Prof. Dr. Recep Dikici
Beterin Beteri Vardır (1)
Herkesin haline razı olması gerekir. Çünkü hayatın her hali her zaman mukadderdir. İbret almak için hastahaneleri, hapishaneleri ve tımarhaneleri gezmek yeterlidir. Nitekim hastahanelerde nice hastanın acılar içerisinde inlediğini ve kıvrandığını görüp, her organın ayrı bir öneminin olduğunu anlamak mümkündür. Birkaç yıl öncesine kadar doçentlik yabancı dil sınavı son derece zordu. Hatta İngiltere’de doktora yapan bir akademisyenin başarılı olamadığı için kalp krizinden vefat ettiğine şahit oldum. Allahü teâlânın inayetiyle bu sınavı Fransızcadan ilk girişimde başardım ve doçent oldum. İlaç yazdırmak için Kampüsteki Mediko isimli sağlık kuruluşunda görevli, fakat defalarca girdiği halde doçentlik sınavını başaramayan Yardımcı Doçent olan doktor, anlamlı bir şekilde bana baktı. Ben onun nazarının değeceğini anladım. Nitekim bir hadîs-i şerifte, “Nazar haktır. Deveyi tencereye, insanı kabre sokar.” buyurulmaktadır. Biraz sonra dışarıda yürürken düştüm. Diz kapağım çatladığı için alçıya alındı. İki deynekle fakültede derse girdim. Aman Allahım! Sadece sırtüstü yatmak ve uykusuz geçen geceler ne acı! Hele o gecenin sessizliğinin verdiği derûnî yalnızlık anlatılamaz.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde doktora yaparken danışmanımın başucunda, yılın en uzun gecesi olan Şeb-i yeldâ’nın geçtiği,
“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat."
Sözünün yazılı olduğu bir levha asılı idi. O zamanlar bu levhanın doktora hocamın başucunda olmasına bir anlam verememiştim. Yıllar sonra ne denmek istendiğini çok iyi anladım. Çünkü tecübe ile sabittir. Ankara Caddesi üzerindeki evimin önünden gece bir araba geçse, gece sessizliğini ber taraf etse, o kadar mutlu oluyordum ki, anlatamam. Pencereden baktığımda, yürüyen insanları dünyanın en mutlu insanları kabul ediyor ve imreniyordum. Bir süre sonra sağ ve sol tarafıma dönebilmek, ne seadetti. Allahü teâlânın bunu ikâz için bana takdir buyurduğunu düşündüm. İlk yürüdüğümde hacca gideceğime söz verdim ve gittim.
En büyük nimetlerden biri olan hürriyetten mahrum olan mahkûm olmak ayrı bir felakettir. Dahası akıl ve ruh hastası olarak tımarhaneye konmak ne acıdır. Büyüklerimizin devamlı yaptıkları “Allahım! Dinimi ve aklımı muhafaza eyle!” duâsı ne kadar önemlidir.
Mehmet işten çıkarılır. Eve gelip durumu bildirince, hanımı içeri almaz. Gidecek yeri olmadığından Şeyhin dergahına gider. Bu sırada şeyh talebeleriyle sohbet etmektedir. Bu arada börek çörek yenmekte, çaylar içilmektedir. Mehmet de aralarına katılır. Şeyh, sohbet esnasında; beterin beteri vardır, insan içinde bulunduğu duruma şükretmeli der. Bunu bir kaç defa tekrar edince, bizim zavallı dayanamaz, kendi kendine, (!.. postun üzerindesin, sevenlerin etrafında, talebelerin hizmet ediyor, keyfin yerinde... Elbette içinde bulunduğun duruma şükredersin, ya ben ne yapayım) diye mırıldanır.
Şeyh, bunun kalbindeki sıkıntıyı fark edince, evladım, sen de içinde bulunduğun duruma şükret. Beterin beteri vardır der. Mehmet dayanamaz, şu an besbeter bir durumdayım Efendim... Hem işten kovuldum, hem de evden...
Şeyh oralı olmaz aynı sözünü tekrar eder:
“Beterin beteri vardır. Sen yine de durumuna şükret.”
Mehmet, cevap vermez ama daha beterini hayal bile edemez. Bu sırada akşam olmuştur. Herkes köşesine çekilince, Mehmet de, belki hanımı razı edersem diye dergahtan çıkıp eve gider. Kapıyı çalar, hanımına “beni affet, perişanım” diye yalvarır. Fakat hanımı, içeri almaz. Kapının bir kenarına kıvrılır. Soğuktan titremeye başar, kuytu bir yere oturur, fakat çok geçmeden zaptiyeler bunu gizlenmiş olarak görünce şüphelenip karakola götürürler. Eşkaline bakınca bunu nezarete atarlar. Meğer o civarda bir hırsızlık olmuş. Hırsızın eşkali de bizimkine uyuyormuş. Zavallı, geceyi nezarete atılmış ipsiz sapsız haydutların arasında geçirir.

Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.