İyiyi Belirleyen Kötü İnsanlar!

Cenaze namazına başlamadan önce “merhumu nasıl bilirdiniz”, diye sorar hoca, “iyi bilirdik” cevabını alacağını bile bile. Gerçekten iyi bilir miydik, iyiyi belirleyen biz miydik?

Belki de hasret kaldığımız tariflerden birisidir; “ne kadar iyi bir insan” diye parmakla gösterilmek. Sahi ne kadar; bunun derecesini nasıl belirliyorlar, kim belirliyor, gramla mı, santimle mi, okkayla mı, dirhemle mi ölçülüyor?

Veya “iyi bir insan” olmakla “çok iyi bir insan” olmak arasındaki fark nasıl belirleniyor, “insan olmak” daha mı düşük seviyede kalıyor?

Çıtayla mı, merdivenin basamaklarıyla mı, katların farkıyla mı, göğün katmanlarıyla mı, uzayın derinlikleriyle mi ölçülüyor?

Ne kadar iyi bir insan” diye tarif varsa “ne kadar kötü bir insan” tarifi de olmalı. Bunda da aynı ölçülerin geçerli olup olmadığını, bunu belirleyen otoritenin kim veya kimler olduğunu da merak ederim…

Bu iki tarifin de yavan durduğu bir zamanda yaşıyoruz.

Irkçılığın ayyuka çıktığı, yardımların gösterişe dönüştüğü, dayatmanın bir hak bilindiği ilginç bir zamanda yaşıyoruz.

İyi olan her şey, kötüye dönüşürken, kötü olan her şeye ilgi artarken, neyin iyi, neyin kötü, neyin orta halli olduğunu karıştırıyoruz.

Kimine göre iyi olan kimine göre kötü biliniyor.

İyi ve kötü kavramı için fikir birliği yok, görüş ayrılığı çok.

Herkesin iyisi kendisine, herkesin kötüsü başkasına.

Herkes tek başına iyi.

Dünyada “ben kötüyüm” diyene rastlamak neredeyse imkânsız.

Dillendirmese bile herkes kendine göre “Ben iyiyim, benim dışımdakiler kötü” inancıyla iyi olduğunu sanıyor ve iyiliğin kıstası “kendisi gibi olmak” olarak algılıyor.

Gittikçe yaygınlaşan, kitlelerin bilinçaltına yerleşen, iyi-kötü kavramı yer değiştirdikçe, değer yargılarının da yer değiştirdiği, birbirine tezat anlayışın, birbiriyle kavga ettiği ve hiçbir tarife sığmayan kavramlara sıkı sıkıya sarılmaya devam ettiğimiz bir zamandayız. Aslında sarıldığımız kocaman bir ütopya, farkında değiliz.

Ben ırkçı değilim, Arapları sevmiyorum” diye itiraf etmişti, bir ırkçı. Irkçı olduğunu bilmeyen ırkçılarla bir arada yaşıyoruz. “Ben zencilere karşıyım” derdi Amerikalılar. Irkçı değildi hiç kimse o zamanlar. Cahiliye devrinde de “üstün ırk” vardı, Hitler’in Almanya’sında da, ‘beyaz adam’ın Amerika’sında da…

Hiçbirisi “ben ırkçıyım” demiyordu ama “üstün” olduğuna inancı tamdı. Kendisi bir numaraydı, doğal olarak diğerleri de sonra gelirdi.

Şimdi üstün olduğuna inanan ırklar o kadar çok ki, herkesin ırkı kendince “üstün”, diğerlerinin lafını etmeye bile gerek yok. Adam olmanın önemi yok, ırkın önemi ise çok.

Irkçı olduğunu bilmeyen ırkçılarla yaşıyoruz.

Zalimler, zalim olduğunun farkında değil.

Adaletsizlik edenler, adil olmakla övünüyor.

Başkasının hakkını yerken, ‘hak’ ve ‘hukuk’ kavramına sıkı sıkıya bağlı olduğunu ‘inanarak’ söylemekten çekinmiyor.

Hırsız, dürüstlük dersi veriyor.

Savaşa karşı olan katiller; barıştan yana olan caniler…

Hiçbir şeyde ortak değer yok; kabul edilmiş yazılmayan kuralların yerini, kabul edilmemiş yazılmamış kurallara bırakıyor.

İyiyi belirleyen kötü insanlar oluyor, kötüyü belirleyen de yine kötü insanlar.

İyi olmak yetmiyor; güçlü olmak, zengin olmak, gür bir sese sahip olmak, gücünün yerinde, arkanın sağlam, arsızlığın zirvesinde bulunman da gerekiyor.

İyi olmak için kötü olmanın gerektirdiği bir zamanda, ne kadar iyi kalınabileceği üzerine tezler de yazılmıyor.

Öyle bir kafa karışıklığı ki, toplumun bir kesimi, diğer kesiminin kendisi gibi inanmaya, kendisi gibi yaşamaya, kendisi gibi giyinmeye, kendisi gibi konuşmaya, kendisi gibi yazmaya “mecbur” olduğuna inanıyor.

Buna karşın, fakirlerle aynı ortamda bulunmamak için bir liralık ürünü 50 liraya satan yerlerde takılmaktan da geri kalmıyor.

Pahalı ve lüks mekanlarda fakirlere akıl verip, onların nasıl yaşaması, kimleri desteklemesi, kimlere oy vermesi, kimlerle birlikte olması, kimlere karşı durmasını da belirleme hakkını elinde bulundurduğunu sanıyor.

Güçlü olan, haklı oluyor.

Suçlunun sesi gür çıkıyor; masumun sesi, “suçsuzum” demeye yetmiyor.

İnsanı insan yapan bütün hasletler, paran yoksa bir anlam ifade etmiyor.

Yaşamak için paranın olması, paranın olması için ödün vermen, ödün verdikçe değerlerinden vazgeçmen, değerlerinden vazgeçtikçe, inandığın her şeye karşı durman gerekiyor.

Hak ettiğin hiçbir konuma “minnet” duymadan gelemiyorsun. Duyduğun minnet, hak ettiğin konumda görevini dürüstçe yapmana engel oluyor. Bir ömrü, inanmadığın değerleri savunmakla heder edip gidiyorsun. Aksi de oluyor; bir ömür inandığın değerlerin tam karşısında durmak zorunda kalıyorsun veya zaten tam karşısında kendine yer buluyorsun.

Önce ekmeği aslanın ağzına koyuyorlar, sonra daha da ileriye itiyorlar, sonra daha da ileriye ve sonra ‘al’ diyorlar, ‘ekmek orada’.

Ekmek vermek, ekmeği kazanmayı öğretmekten çok daha kolaylarına geliyor.Ekmek verdikçe “minnet” duyma süresi uzuyor. Minnet duydukça azla yetinmeyi öğreniyorsun, azla yetindikçe mutlu azınlık, çok daha mutlu hale geliyor.

Onlar mutlu oldukça biz mutsuz oluyoruz ama mutluymuş gibi davranmak zorunda kalıyoruz.

Üç kuruşa razı gelmediği için ayıplananlar, bütün dünyayı yese doymayacak olanlara ses edemiyor.

En az ücreti alan, en çok kazanan tarafından “şükre” zorlanıyor. Azla yetinenin şükrü, çokla yetinmeyenin malını arttırmaya devam ediyor.

Ve biz “iyi bilirdik” diye yalan söyleyerek cenaze namazı kılmaya devam ediyoruz.
Her şeyi biliyoruz ama neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmiyoruz; işimize geldiğince iyi, işimize geldiğince kötü bütün gerçek, bunu bilmiyoruz!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi