Naif Karabatak
Kaçıncı Dünya Savaşı?
İlk başta kimin 1’inci Dünya Savaşına bir sayı verme gereği duyduğunu bilmiyorum. Hatta bu ‘bir’ sayısını, İkinci Dünya Savaşından önce mi, yoksa sonra mı verildiği hakkında da hiçbir fikrim yok. Netice itibariyle ben bir tarihçi değilim ve biz kaçıncı dünya savaşına doğru gidiyoruz, onun yolunu da bilmiyorum. Hangi tabelayı izleyeceğim diye bir kaygım da yok.
Benim ilgilendiğim, ilk iki savaş değil, sonraki olması düşlenen, beklenen, bunun için yoğun bir çaba sarf edile plan yapan, programlar üzerinde çalışan, sahip olduğu tüm ‘kazanımı’ bu yola koymaya azmetmiş “savaş manyakları”dır.
İşin doğrusunu söylemek gerekirse, dünya kurulduğundan bu yana büyük çaplı savaş sayısının iki olduğuna da inanmıyorum.
Ancak asıl sorun, savaşlara isim verme merakı olsa gerek. Savaşa isim vermek, sayıyla tarif etmek, peşi sıra yeni bir savaş beklemektir.Eğer bir savaşa ‘sayı’ vermişsen, onun devamının geleceğini de hesap etmişsin demektir. Bu açıdan 2’inci Dünya Savaşı olduğunda, ‘birinci’ isminin bir anlamı olduğu anlaşıldı. Demek ki savaş devam ediyordu. O zaman üçü beklemek, bir paranoya olmasa gerekti.
İlla yeni bir savaş olacak diye hayal kurmak.İlla yeni savaş olacak diye hesap yapmak.Ve olacak muhtemel savaşta kazanan tarafta olmak, kaybeden tarafa bir daha, bir daha, yetmezse bir daha kaybettirmek…
Bakmayın siz dünyada ‘Barışsever’ görünenlerin de olduğuna…
Gerçekten ve her şartta, her durumda illa da barış diyen var ama ne yazık ki, çoğunluğu savaş istemez görünür, ‘ama’ diye başlayan gerekçelerle savaşı kaçınılmaz bilir, inanır, iman eder ve öyle de amel eder.
Belki de bunun için barışların değil ama savaşların çetelesi tutulur.
Her savaşın bir adı olsun, sırası belli olsun. Afili bir isim, akılda kalan bir tarih olsun istenir. Savaşı kazanan taraf, o günü bayram ilan etsin isterler.
İlk çağlardan bu yana, ‘medeni olmayan’ her lider, savaşla kazanmak, savaşla sınırlarını büyütmek, savaşla malına mal katmak, savaşla insanlarına hükmetmek, savaşla seçimler almak, savaşla gönüllere girmek ister. Bu istek de bulunan ‘medeni olmayan’ lider sayısı o kadar çok ki, dışı nasıl olursa olsun, özü vahşi olan bu liderlerin arkasına düşerek ölüyoruz, öldürüyoruz.
Belki de sırf o nedenle Kabiller gücüne güç katmış, Habiller ise toprağa düşe düşe, otlar bitmez olmuş.
Aslında devlet kurarken, yasa yaparken, kanunlar koyarken, yönetmenlikler düzenlerken, her şey düşünülmüş. Her şey en ince noktasına kadar tartışılmış, ne getirir ne götürür hesaplanmış. Aksayanlar da hemen düzeltilmiş, bazen de bu düzeltme yıllar yılı almış.
Ama bir şey hep unutulmuş…
İnsan olma…
Kendisine hak gördüğünü, bir başkasına da hak görmekten hep kaçınmış.
Beyaz olanlar, siyah olanların yaşama hakkı olmadığını, olsa bile ancak köle olabileceğini düşünmüş. Hatta düşünmekle kalmamış, buna inanmış, iman etmiş ve öylece amel etmiş, böylece bir yaşam biçimi oluşturmuş.
Siyah olanlar farklı düşünmemiş. Sarı olanlar, kızıl olanlar, güzel olanlar, çirkin olanlar, erkek olanlar, kadın olanlar, iki arada bir derede kalanlar..
Herkes sadece kendisinin ve kendisi gibi olanların yaşam hakkı olduğunu düşünmüş. Aksini iddia eden çıkmış, ‘ben ırkçı değilim, ben faşist değilim’ demiş ama hep yüreğinde, bilinçaltında bir yerde kendisini ve kendisi gibi olanı üstün görmekten de vazgeçmemiş. Hatta kendi ülkesini, kendi memleketini, kendi köyünü, kendi partisini, kendi derneğini, kendi tarikatını.. Kendisinin olan veya ait olduğu her şeyi ‘mutlak iyi’, ‘mutlak doğru’ ve ‘mutlak sahip’ sanmış.
Ve elbette ki, bütün bunlara rağmen, savaşın asıl sorumluları hep zenginler olmuş.
Savaş çıksa da nüfus azalsa.Deprem olsa da toplu ölümler yaşansa.Sel olsa da alıp götürse.Bir tufan olsa da yeryüzünde insan kalmasa. Hatta uzayda bir yerde sığınak yapsak da, bütün insanlığı yok etsek…
Savaşın asıl sorumlusu aç olan, karnını zor doyuran, iyi olan, vicdan ve merhameti bulunan, insan olan, sevgi dolu olanlar değildir. Neredeyse hiçbir zaman da olmamıştır.
Savaşın asıl sorumlusu (neredeyse her zaman), zengin olan, güçlü olan, kötü olan, alçak olan, deli olan, çılgın olan ve vicdan ile merhamet duygusundan yoksun olanlardır.
Ama çok daha ilginç olan, tarih boyuncasavaşı çıkaran bu “kötü” diye bildiğimiz zenginlerdir.Savaşta ölenler ise “iyi” diye bildiğimiz fakirlerdir.
Dünya kurulduğundan bu yana “haksız yere” çıkartılan her savaşta,(haklı yere bir savaş da çıkartılmış değil)değişmez kural mıdır bilmiyorum;
Kötüler savaşı ilan eder, iyiler ise kendilerinin bile olmayan savaşta ölür, sakat kalır, yokluk çeker, evinden-yurdundan olur ve en kötüsü de bütün sevdiklerini birer birer, bazen de hep birden kaybeder.
Ve biz, buna rağmen savaşlara isim veriyoruz. Rakamları biterse, harflere başlayacak, alfabeyle baştan sonra sıraya dizeceğiz; A Savaşı, B Savaşı, Z Savaşı. Belki de savaşı bir oyun, bir uğraş, bir piknik, bir sosyal etkinlik olarak görüyoruz. Tıpkı dijital oyunlardaki gibi, patır patır ölenlerin, çatır çatır canlanacağını sanıyoruz.
Çünkü biz had bildirmek istiyoruz birilerine.Her savaşta haklı ve haksız arıyoruz.Her savaşın kazananını ve kaybedeninin çetelesini tutuyoruz.Sayılarla anıyoruz ölen insanları, kilometrelerle hesaplıyoruz her damlası kanla sulanan toprakları…
Ve ben inanıyorum ki, bir gün insanlık dile gelecek; çok istiyorsanız, buyurun savaşın diye kötüleri cepheye yollayacaklar ve bütün insanlık kurtulacak.
Benimki de bir hayal işte. Yoksa ne mümkün?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.