Dert dinlenir…

Uzun yıllar önce bilinmez bir yerde, bilinmez bir sokakta, ‘Dertsiz Apartmanı’nın tam girişinde küçücük bir levhada “Dert Dinlenir” olarak karşıma çıkmıştı. “Kat:3, No:10” diye adres de belirtiliyordu. Bunun dışında her şey muammaydı.

Belki de işin bütün ilgi çekici yönü de orasıydı.

Gizemli birisi dert dinliyordu.

Öyle değilmiş.

İroni olan, apartmanın adıydı ve o apartmanda dinlenen dertlerdi…

Bir akrabam o apartmana yeni taşınmış, eşimle birlikte ziyaretine gitmiştik. Verilen adres bizi Dertsiz Apartmanının tam önünde durdurdu. Aracımı park ettim, akrabamın oturduğu 15 numaralı dairenin zilini ararken denk gelmiştim, “Dert Dinlenir” levhasıyla…

Dertsiz Apartmanının derdi çok olmalıydı. Zil butonlarının hemen yanında avukat, doktor, diş hekimi ve bir de mali müşavir tabelası da vardı. Demek ki apartman sadece ikametgâh için değil, ofis için de kiralanıyordu.

Zilini çaldığımız 15 numaradan cevap gelince apartmana dair bütün varsayımlarım da orada son buldu.

Akrabamız olan Sami Beyler, apartmanın ismine uygun ‘Dertsiz’ insan tipine uyuyordu. Mutlaka ‘herkesin bir veya birden çok derdi vardır, dertsiz insan mı olur” diyeceksiniz. Aynen ben de öyle dedim ama Sami bey ve eşinin yüzünden hiç eksik olmayan tebessüm, onların en azından mutlu, en azından kendileriyle barışık olduğunu gösteriyordu. Eh bu da bir şeydi…

Hoşbeş faslı bittikten sonra Sami beye “Dert Dinlenir” tabelasını sordum, iyice merak etmişim demek ki…

Aaa, sen duymadın mı?” diye hayretini gizleyemedi. Meğer dert dinleyen çok meşhurmuş. O kadar meşhurmuş ki, adını tabelaya yazmaya gerek bile yokmuş. Benim de dünyadan haberim yokmuş, mağarada mı yaşıyormuşum, hiç haber izlemiyormuşum, magazini takip ettiğim de mi yokmuş. Yahu iki gazete alıp, bir haber, bir yorum da mı okumuyormuşum…

Sorduğuma soracağıma pişman oldum.

Meğer Dert dinleyen, bütün ülkenin derdini dinlemiş, bir ben kalmışım…

Aklıma II. Abdülhamid dönemindeki Marko Paşa geldi…

Acaba Marko Paşa, mezarından kalkıp, bütün bir ülkenin derdini dinlemeye mi başladı?

Sami Beyin beni yerden yere vurması devam ediyordu. Ne zaman “Git derdini Marko Paşa'ya anlat” diyecek diye boş yere bekledim durdum. Gıcığına demedi ama benim dert dinleyen o müstesna insanı tanımamamı yadırgadıkça yadırgadı.

Misafirliğe geldiğime pişman olmuştum ama merakım katbekat da artmıştı; kim bu dert dinleyen adam…

II.Abdulhamid’inMeclis-i Ayan üyesi Marko Paşa değildi, o kesindi artık.

Psikolog mu, psikiyatrist mi” diye dilimden dökülen soru cümlesine, Sami beyin verdiği cevapla “Hay dilimi eşek arısı sokaydı” pişmanlığıyla suspus oldum…

Hanımlar muhabbet etsin, biz dert dinleyen adama gidelim” dedi Sami bey. Boş bulundum, “gidelim be!” dedim ve gittik…

Sami Bey kapıyı tıklattı. Zil yokmuş, dert anlatanların konsantresi bozuluyormuş…

Kapıyı 30’lu yaşlarda bir hanım açtı. Dert dinleyen adam, doğal olarak dert dinliyormuş…

Bizi buyur ettiği yer minderine oturduk, içeriden derdini anlatan birisinin sesi geliyor, ne dediği de duyuluyordu.

Adam eşiyle olan derdini anlattı. Annesiyle olan derdini, çocuklarıyla olan derdini, işvereniyle olan derdini. Belediyeyi anlattı, sendikayı anlattı, milletvekillerini anlattı, başbakanı anlattı (o zaman başbakan vardı). Anlattıkça anlattı, dinleyen adam da dinledi.

Sanırım bir saate yakın oturduk. Adam bütün dünyanın derdini anlattı ama dert dinleyen adamın tek bir kelime dahi olsa sesini duymadım. Merakım daha da arttı. Sonunda sıra bize geldi. İçeriye girdik. 35-36 yaşlarında orta boylarda, esmer, kıvırcık saçlı, hafif bıyıklı, çenesinde minik sakalı olan birisiydi. Gözleri keskindi; insanın içini görüyormuş gibi delici bir bakışı vardı. Adam eliyle bizi buyur etti, biz de tam karşısındaki kanepeye oturduk.

Bekliyorum ki “Buyurun, derdiniz neydi?” diye sorsun, en azından ben de merakımı giderecek bir iki kelam edeyim. Yok, o sormadı, ben de anlatmadım. Sanırım böyle bir beş dakika geçmişti ki, Sami bey beni dürttü, “Hadi Naif bey, konuşsana, merakını gidersene” diye fısıldadı.

Ee benim derdim dünyadan büyük. Karşımda oturan o derdi dinlemeye hazır mıydı, hazırmış…

O zaman anlatmaktan kolay ne var, köşe yazısı yazıyormuşçasına anlattım durdum.Dünyadaki bütün adaletsizlikleri, bencillikleri, yoksulları, zenginleri, muhtaçları, derdi olan milyonların sıkıntılarını…

Adam dinliyordu ama öyle böyle değil, can kulağıyla. Gözünü gözümden ayırmadan, bir an için başka bir yere bakmadan. Her haliyle beni önemsediği belliydi. Ne dediğim onun umurundaydı. Derdi olanın derdiyle dertleniyordu. Sevinci olanın sevinciyle coşuyordu. Ayıplamıyor, küçümsemiyor, haset etmiyor, kıskanmıyor, sorgulamıyor, soruşturmuyor, sadece dinliyordu.

Bir saat aralıksız konuşmuşum. Dilim damağım kuruyunca farkına vardım, “bir su olsaydı” diye düşünüyordum ki, anında elime su tutuşturdu bizi kapıda karşılayan hanım…

Yaklaşık 2 saat sonra ayrıldık. Eşim de merak etmişti, “Bu adamın ne kadar çok derdi varmış, iki saat anlata anlata bitiremediğine göre benden çok çekmiş” diye Sami beyin hanımına dert yanmış…

Bütçeme göre yüklü miktarda “bağış” parasını bayıldıktan sonra daireden çıktık. Kapı kapanınca Sami beye sordum, “Adam 2 saat dinledi, tek kelam etmedi. Ben derdimi anlattım, çözümü söylemedi. Eee, değişen ne benim derdim bende, onun çözümü kendisinde. Vatandaş ne diye buna geliyor, onca parayı da ‘bağış’ adı altında veriyor ki?

Benim verdiğim para devede kulakmış meğerse. Çok daha fazlasını veren varmış. Hiç kimsenin bir diğerini dinlemediği bir dünyada, bu adam dinliyormuş. Üstelik ayıplamıyormuş, küçümsemiyormuş. Asla sorgulamıyor, asla didiklemiyormuş.

Haklıydı, özellikle büyükşehirlerde dört duvar arasında yaşayan milyonların, bırak derdini anlatmayı, iki kelam edeceği birisini bulmadığı bir zamanda, seni saatlerce can kulağıyla dinlemesiaz şey değildi…

***

Aradan yıllar geçti. Bir gün bilinmez bir yerde, bilinmez bir AVM’de alışveriş ederken bir mağazada karşılaştım dert dinleyen adamla. O beni görmedi ama ben gördüm. Alışveriş ederken kasiyere derdini işaretle anlatıyordu. Yaklaştım, evet doğruydu. Ağzından tek kelime çıkmıyor, işaret diliyle kasiyerle anlaşıyordu.

İşte o gün çok daha fazla emin oldum; bizi en iyi dinleyen, bizi hiç duymayandır!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi