M.Fatih ERDOĞAN

M.Fatih ERDOĞAN

Acıyaman’ın Gözyaşı İlçesi

Depreme memleketi olan Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesinde yakalanan eski İzmir Bölge Adliye Mahkemesi / Emekli Daire Başkanı Fehmi ÖZDEMİR Beyefendi Hukuk’a ve Edebiyata gönül vermiş bir kişi.

Depremde yaşadıklarını;“Acıyaman’ın Gözyaşı İlçesi”başlığıyla kâğıda dökmüş. Depremi bizzat yaşayanların çektiği acıları yalın, anlaşılabilir ve akıcı bir dille yazıya dökmüş,çok değerli edebi bir metin çıkmış ortaya… Ben çok beğendim. Bu çalışmayı Saygıdeğer Fehmi Özdemir Beyefendinin izniyle sizlerle buluşturmak istedim. Umarım beğenirsiniz…

Acıyaman’ın Gözyaşı İlçesi

‘Ötelerden bir ses geldi, efkar, efkar…’

Artık mektup zamanı kalmadı Haceli… Ama say ki yazıyorum. Say ki postacı bırakmış bu mektubu Almanya’da ki posta kutuna.

Almanya’dan kesin dönüş yapalı çok oldu. Otuz küsur yıllık emeğimi aldım getirdim koydum Gölbaşı’na.

Ev alma hayalim vardı. Aldım. Araba alma hayalim vardı. Aldım. Hem de en iyisinden. Emekli olma hayalim vardı. Var olsun devletimiz Almanya’daki günlerimi saydı, primini yatırdım şimdi hem Almanya’dan hem Türkiye’den emekliyim.

Almanya’dan kesin dönüş yapınca önce bir müstakil bir ev yaptırdım kendime.

Beton duvarlarına bakıyorum evin. Kirişlerini tavanlarını inceliyorum. Otuz küsur yıllık emeğim var kum, demir, çimento, kireç, yağlı boya ve mozaik karışımı bu beton yığınında. İnsan ömrünü getirir bir beton yığınına gömer mi? Ben ve benim gibiler gömdü işte.

Sonra hanım apartman dairesi istedi. Apartmana çıktık. Önce üç artı bir idi. Yetmedi üç oda, dört artı bir olsun istedik. Dört artı bir eve çıktık. Hanım mutfak mobilyalarını beğenmedi. Söktük. Daha lüksünü yaptırdık. Salonun parkesinin rengini beğenmedik. Söktük. En pahalı ve en kalitesini yaptırdık.

Normal ankastre fırının yanına mikro dalga fırın istedi. Elim cezvede yanıyor dedi. Kahve makinesi aldık. Tavada kızartma zor oluyor dedi kızartma makinesi sonra airfryer, küçük mikser, büyük mikser yani mutfağı elektronik eşyalarla doldurduk. Mutfakta dönecek yerimiz kalmadı. Her şeyimizi bir tuşa basarak hallediyoruz mutfakta.

Bir somya, bir halı yastık ortada bir kilim ile hayata başlayan ben şimdi lüks eşyalar arasında sıkışıp kaldım. Dört artı bir evde torunların koşturacağı, emekleyeceği bir alan bırakmadık. Biz de herkes gibi tüketim toplumunun arasına ve tüketim yarışına karıştık.

Bir şükürsüzlük hali geldi buldu bizi…

Akşam olunca eve geçiyorum. Aidat borcunu iki gün geciktiren alt komşuma kızdım. İçimden küfürler ettim. Televizyonun sesini biraz fazla açan karşı komşunun zilini çaldım, uyardım.

Akşam yemeğinde yemeğin tuzu, bulgur pilavının salçası az diye hanıma kızdım. Büyük kızım kahvenin sütünü yine ayarlayamamış. Elli kere söylüyorum bire bir koy diye. O da azar işitti benden.

5 Şubat akşamı kar yağdı Gölbaşı’na… Kar yağarken pencereden seyretmesini çok severim.

Kombiyi yirmi iki dereceye getirdim. Gece yarısı perdeyi araladım dışarı baktım. Lapa lapa yağan kar durmuş. Yerde otuz santime yakın kar zemini tutmuş. Ayaza çalmış hava. Dışarısı eksi on beş derece.

Pijamamı giydim. Sıcak yatağıma girdim. Yatarken de dua ettim. “Allah dışarılarda kalanlara yardım etsin.”

Tam kan uykuda idim. Yatağın sallanması ile uyandım. Evin altından sanki tren geçiyor. Hanım ve çocuklar da uyanmış onlar da bağırıyor. Önce alttan vurdu deprem. Sonra soldan sağa gittik geldik. On on beş saniye geçti. Durur dedik. Durmadı. Önce yatak odasının dolabı düştü üstüme. Sonra evin duvarları parça parça içeri yıkıldı. Daha sonra sanki koca bir el evi ve apartmanı yakasından tutup aşağı çekti. İmdat çığlıkları arasında kendimizi enkazın altında bulduk. Hanımın ve çocukların sesi geliyordu diğer odalardan. Yatak dolabı bana bir yaşam alanı oluşturmuştu. Ayak yalın çıktım dışarıya. İlk ben sağ çıktım enkazdan. Sonra karşı komşum ve alt komşum çıktı. Gece bir birimize içimizden küfür ettiğimiz komşularımla sarılıp ağlaştık. Sonra el ele verdik. Önce benim çocukları, sonra komşumun çocuklarını çıkardık enkazdan. Çok şükür can kaybı yok bizde. Ama etrafımızda ki tüm apartmanlardan imdat sesleri geliyor.

Ne ola Rabbim güç kuvvet vereydi şu kolonları, beton damları, yıkılan duvarları, taşları, briket duvarları tek başıma kaldıraydım. Kepçe olaydım, betonu delen hilti olaydım, kazma olaydım, balyoz olaydım… O imdat seslerine çare olaydım, kanayan yaraya tampon, açık yaraya melhem, dertlere ilaç olaydım. Olmadı Haceli, çıplak elim zayıf tırnaklarım yetmedi. Kaldıramadım o tonlarca betonu…

Sanki yerin altında uyuyan, ayağı Sürgü- Erkenekte, gövdesi Gölbaşı-Pazarcık-Maraş-Nurdağı’nda olan, boynu ve başı Osmaniye-İskenderun-Hatay’da olan taştan koca bir dev yerin altından yerin üstüne çıktı. Dağlar yarıldı, ovalarda derin çukurlar oluştu, koca koca kayalar plastik top gibi oynadı yerinden. 11 büyüklüğünde hissedilmiş bu deprem. 12 büyüklüğü kıyametmiş zaten. Yani kıyametten bir adım öncesini yaşadık Haceli.

Atom bombası atılmış gibi. Sonradan söylediler kırk atom bombası gücündeymiş. Yani bu bölge Nagazaki ve Hiroşima’dan kırk kat daha kötü yaşadı bu afatı.

Yaşı kemale ermiş büyüklerimiz küçük kıyamet diyor. Küçük kıyamet...

Bir dakika birkaç küsur saniyede milyonlarca insanın kaderi değişti, dünyası değişti, yattığı yer değişti, oturduğu yer değişti… Her şey değişti, hiçbir şey yerinde kalmadı. Kombide yirmi iki dereceye ayarladığın oda sıcaklığından eksi on beş derece karın üstünde buldun kendini. Kul kurar kader kâtipleri gülermiş… Artı on sekiz derecede üşürken şimdi karın üstünde eksi on beş derecede içimiz yanıyor Haceli… Hangi evin hangi güzel odasında nasıl yattığın değil de nerede ve nasıl uyandığın önemliymiş.

Hani Necip Fazıl diyor ya Haceli, ‘…benimse alın yazım yokuşlarda susamak…’ Kıyametten bir adım gerisi.

Müşkilatın içinde müşkilat. Derdin içinde büyük dert… Tam geçti diyorsun şükür secdesine varıyorsun eskisinden daha büyük dert… Hangisine yanasın? Hangisine koşasın. Sağa koşuyorum enkaz sola koşuyorum ölüm. Önümde kopan kol, ardımda enkaz, enkazlar… Acı, gözyaşı, sel, yağmur, dolu… Nuh tufanı mı Ya Rabbi? Dua diyorum Haceli… Sadece dua. ‘Rabbim yere sakinlik ver, göğe sakinlik ver, esen rüzgâra sakinlik ver…’

Hangi acı daha acı diye sorarlarsa çaresizlikten daha acı bir şey yok diyeceğim. Şimdi bir çadırdayım Haceli. Sütlü kahve yok. Salçasını beğenmediğim bulgur pilavı yok. Bir çayın sıcaklığına elim değse milyonları veririm.

Yoklar yoklara karışıyor. Su yok. Elektrik yok. Ekmek yok. Konu komşu yok. Cıvıl cıvıl mahalle yok. Gölbaşı yok. Koca bir il yok. Değil değil koca bir bölge yok…

Üç gündür ne su, ne yemek hiçbir şey yemedim, içmedim. Ama acıkmadım, susamadım. Bir tek içimi doyuran tek şey dua. Midemi değil kalbimi doyurmalıyım. Yüreğim ağrıyor. Yüreğim üşüyor. Mahşerin bir adım gerisindeyim. Sanki bir namazlık saltanat bile nasip olmayacak gibi. Elli küsur yaşındayım Haceli. İlk kez kalbimin üşüdüğünü hissettim. Kalbimi ısıtan tek şey İlah-ı Kelimetullah, Allah… Bu yaşıma kadar bu kadar zikretmemiştim yüce Rabbimi… Sanki dünyada, zihnimde, dilimde tüm kelimeler tükendi. Tek kitap, tek cümle, tek kelime kaldı dilimde… Allah… Allah… Allah kelimesinden başka hiçbir kelimeye tutunamıyorum… Daha ayrıntıları anlatmayayım Haceli… Acı çok… Acılar anlatılır gibi değil. Yüreğin yekinir, kalbin şişer… Kelimeler, cümleler, kitap dolusu paragraflar kifayetsiz kalır.

Ne kadar büyük bir nimetmiş evin kapısını kendi anahtarınla açabilmek. Her birinde ayrı ayrı anılarım, yaşanmışlıklarım olan eşyalarıma dokunabilmek. Apartmandan asansör ile inmek. Apartmanın dış kapısını önünde tanıdık simalar görmek. Apartmanın bulunduğu sokağı ezbere gezmek, çevrende güler yüzlü mutlu insanların yaşam telaşını görmek. Sesini duyduğumda bana iyi gelen esnafların sabah selamlarını almak.

İki dakikada her şey değişti. Ve her şey o kadar hızla değişti ki şimdi Gölbaşı’na, mahalleme ve biyolojik varlığımı devam ettirme çabası olan kendime yabancıyım artık.

Ah! Adıyaman.

Yalnız sahabe Ebu ZerrGıffari’nin şehri. Bir sahabe ile bir ilin kaderi anca bu kadar birbirine benzermiş…

Adıyaman, bayrağın şehri. Gölbaşı ‘Önce Vatan’ diyenlerin ilçesi. Dağına ‘Önce Vatan’ yazan ve dağı önce vatan dağı diye adlandıranların yurdu.

Huzurun ve barışın şehri idik. Şimdi acının ve gözyaşının şehri olduk.

Çok ölenimiz oldu Haceli…

Bir evin bir annesi ya da yaşlı bir babası ölmedi. Aynı anda herkes öldü. Amca, dayı, yeğen, kuzen, yenge, elti, görümce, damat, gelin… Abuzer emmi, Vakkas dayı, Fatma teyze, Ayşe gelin, torun Muzaffer… Bir aile toptan, bir sülale toptan, bir mahalle toptan öldü. Pazar gecesi çiğ köfte yoğuran Gaffar, uzun hava söyleyen Hamido, könbehıtap yapan Fatey ana, şalvarının peyiğinde tütün sarıp muhabbet eden kasketli Memo emmi, öğretmenlik ataması bekleyen felsefeci Kenan, tıp fakültesinde okuyan ailenin en zeki kızı Buket… Hepsi ama hepsi öldü. Kurtaramadık. Adıyaman’ın yarısı böyle gitti. Yarısı öldü Adıyaman’ın yarısı da ölü gibi yaşıyor…

Nice şehirler yıkıldı. Biz altında kaldık. Her şeyimiz enkazda kaldı. Anılarımız, güzel günlerimiz. Bir şey daha öğrendim, bir bina yıkılınca hep iyi şeyler hatırlanırmış Haceli. Kavgalar, küskünlükler değil duvarlara, fayanslara, evin bacasına her tek tuğlasına sinen mutlulukların, huzurların, gülüşlerin hatırlanırmış enkaz başında. Bir eski briket bu kadar mı değerli olur bir kırmızı tuğlanın solmuş kızıllığı bu kadar mı hüznü çağrıştırır. İki gün önce televizyon sesi yüzünden tartıştığım, kalbini kırdığım komşumu enkazdan sağ salim çıkartıp boynuna sarılıp ağlıyorum.

Bir alıp verdiğim nefesim kaldı, bir de atan kalbim. Diğer organlarım yok sanki. Hiçlik ile varlık arasında gidip geliyorum. Sanki hiç iken daha mutluyum. Var iken dünyanın bin bir türlü sıkıntısı. Az daha çok artık benim gözümde.

Gece yorganı üzerine çekerken gün ağarmadan molozların altında uyanıyorsun. Her şey emanetmiş. Biz sadece binanın, arabanın, eşyaların, mevkilerin, makamların, zenginliğin daha doğrusu her şeyin sadece bekçisi, emanetçisiymişiz. Emaneti veren zamanı gelince emaneti geri alıyormuş. Emanet canını, emanet malını, emanet evladını, emanet olan her şeyi…

Uzun mektuplar çok okunmaz Haceli. Onun için kısa kesiyorum.

Hiçbir şey böyle kalmayacak ki Haceli. Hayat devam ediyor. Güneş yine doğuyor. Günü ölü gibi yaşıyoruz. Gece oluyor. Gece korkularımız gelip bizimle koyun koyuna yatıyor. Yine sabah oluyor. Ama hayat sürüyor.

Yine halaylara duracağız. Gelin ağlatma havası çalınacak yine. Bu sefer kız anası, babası değil hepimiz ağlayacağız. Ağlayacak o kadar sebep var ki Haceli… Yine taş fırına teneke-tava vereceğiz. Yine bir esnafın önünden geçerken teneke tava yiyen esnaf kolundan tutup zorla sofraya oturtacak seni. ‘Hele ede, bir sokum da sen al’ diyecek.

Şimdi burası GÖZYAŞI ilçesi Haceli. Gelirken gözyaşlarını yanında getir. Üç vakte kadar insan ömrü, beş vakte kadar mutluluklar. Masallar ilçesi gibi geliyor bana Gölbaşı. Tanrı Dağındaki demiri yaktık… . Üç günlük dünyada, sevgiden başka değerli bir şey yokmuş

Yusuf Has Hacip (Kutadgu Bilig) diyor ki Haceli ‘İyilik tohumu ekersen iyilik çıkar, kötülük tohumu ekersen kötülük çıkar. İyilik insana azık, kötülük insana yüktür.’ Hadi fidanını hazırla Haceli… Yeniden başlıyoruz. Demem o ki;

Şimdi iyilik fidanı dikme zamanı…

*Fehmi ÖZDEMİR Beyefendiye sağlık ve mutluluklar diliyor, teşekkürlerimi sunuyorum…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
M.Fatih ERDOĞAN Arşivi