Ahmet Doğan İLBEY

Ahmet Doğan İLBEY

Şiirimizin Beyaz Kartalı Bahaettin Karakoç Ve Dolunay

Kahramanmaraş Belediyesi tarafından organize edilen (Belediyenin Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Serdar Yakar’ın emeğiyle) “Türk Şiirinin Beyaz Kartalı Bahaettin Karakoç ve 17. Dolunay Şiir Şöleni” şiirseverlere çeyrek asırlık bir geleneği bir daha tattırdı. Program, şiirimizin yaşayan aksakalı Bahaettin Karakoç’un hayatını ihtiva eden slayt gösterisi ile başladı ve Ramazan Avcı tarafından her Dolunay Şiir Şöleni’nde okunan “Dede Korkut Duası” okunarak devam etti. 

     Şiirler okunmadan önce “Türk Şiirinin Beyaz Kartalı Bahaettin Karakoç Paneli” yapıldı. KSÜ öğrt. gör. Yrd. Doç. Dr. M. Fethi Yanardağ’ın oturum başkanlığındaki panelde;  şair Muhsin İlyas Subaşı; “Hayat Çizgisinde İnişi Olmayan Adam”, şair Metin Önal Mengüşoğlu; “Anadolu Duyarlılığının Bahaettin Karakoç’taki Tezahürü”, eğitimci-yazar Ramazan Avcı; “Bahaettin Karakoç’un Şiirlerindeki Aşkın Tezahürü” ve oturum başkanı Yrd. Doç. Dr. M. FethiYanardağ ise; “Bahaettin Karakoç’un Poetikası” başlıklarıyla Bahaettin Karakoç’u anlattılar.

   Çeyrek asırlık şiir geleneğine sahip 17. Dolunay Şiir Şöleni’nde Türkiye dışından ve Türkiye’nin her bölgesinden gelen kırktan fazla şairin okuduğu şiirlerle mâzi duygularımızı yeniden yaşadık. Hafızamda kalan şairler Hasan Ejderha, Lütfü Şehsuvaroğlu,Yasin Mortaş, Mehmet Mortaş, Bünyamin Küçükkürtül gibi isimlerdir… Bendenizi en çok duygulandıran şair Azerbaycanlı genç bir şairdi. Şiirini okurken “efendim” hitabı çok olan hüzünlü bir türkü söylüyordu adeta.
     Şiirimizin yaşayan aksakalı Bahaettin Karakoç 83 yaşında 70 yıllık soylu bir şiir hayatıyla şairlerin şeyhidir. Şiirleri hakkında yüzlerce inceleme yazıları ve tezler yazıldı. O, anadan doğma şairdir. Sonradan olmuş bir şair değildir. Kendi ifadesiyle "Kâlübelâdan beri muhacirim ben / Her nereye gitsem Ensar karşıladı / Bir at, bir kurt, bir yılan anladı da / Kendi cinsimden olanlar anlamadı / Omuz vurup geçenlerin açtığı yara / Kevgire çevirdi sevdalı yüreğimi / Ey Sevgili / Ne zaman darda kaldımsa / Hep sana yazdım arzuhalimi / Hep sen yetiştin imdada / / Bir kabir kapısının ağzında / Ne bir Münker, ne bir Nekir'im ben."

     Soycak şair bir ailenin ilk erkek çocuğu olan Bahaettin Karakoç, K.Maraş’ın Elbistan ilçesi doğumludur. İlk tahsilini Ekinözü (Celâ) adıyla ilçesinde, orta tahsilini  Adana-Düziçi ve  Ankara-Hasanoğlan Köy Enstitülerinde tamamladı. İlkokul 3.sınıfa giderken bir haftada eski yazıyı öğrendi ve bir ayda da Kur’ân-ı Kerim’i aktardı.  K.Maraş’taki sağlık kuruluşlarında 32 yıl çalıştıktan sonra emekli oldu. Askerliğini yedek subay olarak İstanbul’da yaptı. 4’ü kız, 5’i erkek olmak üzere 9 çocuk babasıdır. İlk şiiri 1942 yılında “Yurt Gazetesi”nde yayınlandı ve böylece 70 yıllık sanat mâcerası başladı.1960’lara kadar çeşitli dergilerde yayınlattığı şiirlerinin hiç birini kitaplarına almadı. Esas sanat dönemi 1973’de yayınlanan Seyran kitabıyla başlar ve üslûbu netleşir. 1962’de Akşam Gazetesiyle Türk Kadınlar Birliği’nin ortaklaşa düzenledikleri Türkiye çapındaki bir edebiyat yarışmasında hikâye dalında “İSA ile İSHAK” adlı hikâyesiyle ikincilik ödülü aldı. 1983 yılında KASD (Kayseri Sanatçılar Derneği)  tarafından yılın şairi seçildi. 1986 yılında “Bir Çift Beyaz Kartal” adlı kitabıyla şiir dalında Türkiye Yazarlar Birliği ödülünü aldı.1989 yılında Kültür Bakanlığı’nın tercihi ile Türkiye’yi temsilen Struga Uluslararası Şiir Akşamları’na katıldı ve bir de tebliğ sundu. 1991 yılında Diyanet Vakfı tarafından düzenlenen münacaat yarışmasında “Beyaz Dilekçe” adlı şiiriyle birincilik kazandı. 1993’de Türkçenin Uluslararası 2.Şiir Şöleni” için gittiği Kazakistan Almaatı’da “Büyük Abay Ödülü”yle ödüllendirildi. Ayrıca “Uzunağaç Kolhozu”nda kendisine at hediye edildi ve Çapan giydirildi. 1997’de Malatya Büyükşehir Belediyesinin açmış olduğu Malatya konulu şiir yarışmasında birincilik ödülü aldı. 1998’de iki aylık “Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Seviye” (Mart-Nisan 1998)  6.sayısını “Yaşayan Türk Şiirinin Dede Korkutu Bahaettin Karakoç” başlığı ile; 2003’de “Mefkûre” Dergisi 11.sayısını “Türk Şiirinin Yaşayan Aksakalı” başlığı ile Bahaettin Karakoç özel sayılar çıkardılar. Aylık fikir ve sanat dergisi Türk Edebiyatı ise Temmuz 2003 tarihli 357.sayısında  ”Şiirimizin Yüzakı Bahaettin Karakoç” başlığında dosya yaptı. 2003 yılı 17-18 Mayıs günlerinde Türkiye Yazarlar Birliği 25. Yıl Faaliyetleri Yaşayan Yazarlara Saygı” çerçevesinde ”Şehrin Kapılarındaki Şair Bahaettin Karakoç ve Türk Şiirinin Çeyrek Asrı” adlı bir program gerçekleştirdi. Çeşitli üniversitelerde şair ve sanatıyla ilgili çok sayıda bitirme ve yüksek lisans tezleri yapıldı. Onlarca şiiri yabancı dillere de çevrildi. 2004’de Tarsus Belediyesinin yaptığı “Karacaoğlan Şelâle Şiir Akşamları”nda “Karacaoğlan Onur Ödülü” verildi. Şiir ve yazıları Hisar, Varlık Yıllığı,Türk Edebiyatı, Dolunay, Doğuş Edebiyat, Milli Kültür, Kültür ve Sanat gibi yüzlerce sanat edebiyat dergilerinde yayınlandı.

      Mevsimler ve Ötesi (1962)  Seyran (1973)  Sevgi Turnaları (1975)  Ay Şafağı Çok Çiçek (1983) Kar Sesi (1983) Zaman Bir Beyaz Türküdür (1984) İlkyazda (1984)  Bir Çift Beyaz Kartal (1986)  Menzil (1991)  Uzaklara Türkü (1991)  Güneşe Uçmak İstiyorum (1993)  Şiir Burcunda Çocuk (Antoloji- H. Özbay ve M.Tatçı ile beraber–1993)  Beyaz Dilekçe (1995)  Güneşten Öte (1995)  Dolunay Şiir Güldestesi (1996)  Leyl ü Nehar Aşk (1997)  Aşk Mektupları (1999)  Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman Ay Işığında Serenatlar (2001)  Sürgün Vezirin Aşk Neşideleri (2004) Sürgün Vezirin Aşk Neşideleri (2004). 

     Ocak 1986'da Maraş'ta yayınlanan ve Türkiye'nin birçok iline dağıtılan Dolunay dergisinin gönlümüzde derin bir hâtırası var. Dolunay dergisiyle birlikte “Dolunay Şiir Şölenleri”ni de bir gelenek hâlinde başlamıştı. Panelde Dolunay dergisinin doğuşuna temas edilmediği için Dolunay sevdalılarına tadımlık üç-beş kare anlatmak istiyorum.

      12 Eylül Darbesi’nin ardından 1985 yılının sonu. Türkiye’de hürriyet hâlâ uçuk vaziyette. Edebî ve fikrî faaliyetler nadirattan. Böyle bir zamanda şehr-i Maraş’ta Dolunay dergisi Bahaettin Karakoç ağabeyin öncülüğünde doğdu. Dolunay’ın ilk emektar ve yazıcıları arasında ilahiyatçı yazar, muallim ve yüksek tahsil talebelerinin hâdimi Fâzıl Tiyekli hocanın, derginin logosunu çizen ve yapan, derginin musahhihi, derginin mizanpajcısı, düzenleyicisi, postalıkların hazırlayıcısı, yani ilk dönemde derginin her şeyi Ali Hocamın (Ali Yurtgezen)’in ve Din felsefecisi Yrd. Doç Dr. Mustafa Kök hocanın emekleri unutulmamalıdır. Derginin kuruluşundaki ilk müdavim ve yazıcılar arasında fakir de vardı. Ah, bir heyecan, bir vecd ile gider gelirdim Dolunay’ın Trabzon Caddesi’ndeki ve her tarafı dökülen Maraş Apartmanı’ndaki idarehânesine. Ali Yurtgezen hocamdı bizi orada çekip çeviren… Bahaettin ağabeyle her ay Dolunay sayılarını kucaklayıp postaneye gitmek fütühata çıkmak gibiydi.

      Dergi idarehânesinin suyu akmazdı da, binanın bodrum katında, Bahaettin ağabeyin enfes söyleyişiyle “Firavun Mezarlığı”na, yani Mehmet Gülebenzer’in fotoğrafçı dükkânına inerdik. Öyle oldu ki, dergide bir ara kimseler kalmadı. Bahaettin ağabey dergi faaliyetlerini ve sohbetlerini “Firavun Mezarlığı”nda yürütmeye başladı. “Firavun Mezarlığı” sohbet ve faaliyetlerinde Bahaettin ağabeyin yanındaki yoldaşı bu fakirdi. Kimler gelip gitmedi ki “Firavun Mezarlığı”na. Şairler, yazarlar, eğitimciler, muallimler… Gerçekten Firavun Mezarlığı”na benzerdi.  Uzun bir kıvrımlı merdivenle yerin altında bir mahzen. Karanlık. Her daim ışıklar kör kandil gibi yanık bir vaziyette. Üstelik tavanı basık ve uzun korkutucu bir koridora benzer sözde bir salon. Hâsılı, Dolunay Dergisi böyle zor, fakat heyecanlı günlerde çıktı.                                                                                                                                        

BAHAETTİN KARAKOÇ’UN ŞİİR POETİKASINA DAİR BİR DENEME

 Şiiri bir sorumluluk sayan Bahaettin Karakoç’un şiirin unsurlarıyla ilgili pek çok târif ve yorumu vardır. Onun şiir târifleri tıpkı birer şiir havasındadır: “Şiir, şairin zikir aracı, kanatlı kelimeler armonisi, iç yangını. Şiir her zaman tan aklığında iyilik ve güzellik için yüreklerde çarpan kuş. Yağmur öncesi rüzgarı, yağmur çiçeği ve yağmur sonrası gökkuşağı. Şiir, bir sözdür; aşk yemini gibi güzel, ana sütü gibi helâl bir söz. Mâveradan eser, mâveraya akar. Bu akış içinde şiirin dalgaları, kime, ne kadar dokunmuşsa, o dokunduğu kimse şiirden o kadar nasibini alır.”

       Bu târifle şiir için güzel benzetmeler yapmıştır. Şiirin bir zikir vasıtası olması şairin, gücünü tasavvuf kültüründen almasındandır. “Kanatlı kelimeler armonisi” olan şiirdeki kelimeler gerçek mânasından ve sıradanlıklarından kurtulup, mâma âleminin kapılarını aralayan sihirli birer anahtar olmuşlardır. Şiirin bir “iç yangını” olması, şiirin doğuşuyla ilgilidir. İç yangını olmadan, yüreklerde fırtınalar kopup depremler olmadan gerçek bir şiir doğmaz. Şiir, şairdeki iç yangınlar ve kıvılcımlar sonucunda kelimelere düşer. Bunun yanında şiirin insanî yanı vardır, iyilik ve güzellik yan yanadır. Şiiri, aşk yeminine ve ana sütüne benzeten şair için şiir kutsala götüren bir vasıtadır. Şiir, ötelerden gelir ve yine ötelere götürür. Şiiri kim, ne kadar hakkıyla okumuş ve anlamışsa, şiir de güzelliklerini ona bu ölçüde açar.

       Karakoç’a göre şiir bir gaye değil, mâveraya kanatlandıran ve nihayetinde mukaddes olan Kapı’nın eşiğine götüren bir vasıtadır. Yâni gaye olan mutlaka götüren bir vasıtadır şiir. Kendisini dinleyelim:

    “Şiir, benim için soylu bir araçtır. Şiiri, beni sonsuzluğa taşıdığı için yazarım; şiire sevdalı olduğum için yazarım. Kendim için yazarım, ölüler, diriler için yazarım, herkes ve her şey için yazarım. Bu herkes ve her şey “mutlak gerçek” etrafında dönen, şuurlu, şuursuz dönüp duran birer uydu değil midir aslında? (…) Şiir, medeniyetlerin dönüşümünü hızlandıran bir sanattır. (…) Yüce Peygamberimizin, benim için çok boyutlu bir pusula mertebesinde olan bir hadisi vardır, bir günü bir gününe eşit olanları tasvip etmediğini belirten. Bu hadisin işaret ettiği ufukların derinliklerine açılınca ufukların da, ilmin de, yeniliklerin de sınırsız olduğunu anladım. Dar kalıplarda sıkışıp kalmak, hareketsizlik, hep aynı teraneyle eprimiş görüntüler sergilemek içime sinmedi.  Kemikleşmiş bâzı kuralların değişmesi, bâzı duvarların yıkılması gerektiğine inandırdım kendimi. Yeni sevdalar, yeni sevdalara yeni sözler gerek dedim ve kurdum şantiyemi... Çok önemli işler yaptığımın bilincindeyim. Bu işten anlayanlar da benim neler yaptığımın farkında.”

      Şiirin nasıl bir bütünden oluştuğunu şöyle özetler: “Şiir, ses, söz, renk armonisinde billurlaşan özlemlerimizin, ihlasla salavatlanarak genişleyen duygularımızın, içimizdeki uyumlu ve aydınlık dünyalarımızın, organik bir terkibidir. Güzel bir dünya için, yetkin güzellikleri, özlemleri yüklenen diri bir mesaj, diri bir bakış ve kutsal bir nakıştır. Şiir ne kendini inkar eder, ne ferdi, ne toplumu, ne tabiatı, ne de Allah’ı. Benim, kelimelere yaslanan sanat teorimin özeti budur.”

      Varlığa yaklaşımına mukaddeslere dayanarak açıklar: “Çok geniş, çok zengin bir şiir coğrafyam vardır. İyi bir gözlemci, iyi bir analizci, iyi bir sentezci ve iyi bir ses avcısıyım. Varlıkları var eden, dilediğinde yok eden ‘Mutlak Varlık’a imanım tamdır. Kâinatın kumaşı o mübdimin tezgâhında dokunmuştur. Canlı ve cansız, renkli ve renksiz her cisim O’nu zikreder, çünkü O bizim yaratıcı yüce Rabb’imizdir. Rezzak’tır, Rahim’dir. Kerim’dir, Kadim’dir... O’na kul olan ve kulluğunun gereklerini yerine getirenler daima kazanır, O’nu inkâr ve ihmal edenler ise burada da, ötede de kaybederler ve hüsrandadırlar. Benim cümle varlıkla, ‘Mutlak Varlık’a   bakış açım budur. Eserlerim de bu atmosferde doğar ve palazlanırlar.”

      Bu doğrultuda şairin tasavvufun kaynağından beslenen eserleri kalplere yerleşmiştir: 1991 yılında Diyanet Vakfı tarafından düzenlenen münâcât yarışmasında “Beyaz Dilekçe” isimli şiiriyle birincilik kazanmıştır. Tasavvuf konulu şiir kitapları: Menzil (1991), Beyaz Dilekçe (1995), Leyl ü Nehar Aşk (1997) ve Aşk Mektupları (1999), Sürgün Vezirin Aşk Neşideleri (2004) ve Ben Senin Yusuf’un Olmuşum (2006) adlı kitaplarıdır.      

       Serbest ve hece ölçüleriyle yazılmış şiirleri bulunan şairin genel eğilimi serbest ölçüden yanadır: “Şekilde şartlanmışlığım yoktur. Şiirde şekil bir enstrümana benzer. Bir neyzen ney çalmakta, bir udi ud çalmakta, bir başkası keman, saksofon, piyano ve trampet çalmakta ustaysa bırakın bu ustalıklarını daha yatkın oldukları enstrümanlarla devam ettirsinler. Şiir de böyledir bir açıdan. Ama ben derim ki, bir orkestra şefi olup korodaki her sanatçıyı coşturmak dururken, neden koro şefinin elindeki çubukla yönlendirileyim? Şairin bir ses avcısı olduğunu defalarca vurgulamışımdır. Evet, şair bir ses avcısıdır. Aslında şiirin şeklini de ses belirler. Şiirin tılsımlı sesi bana hangi kıvamda ve hangi ölçekte gelirse ben ancak ona uyarım. Her şiirin değişik bir coğrafyası vardır; döllenmesi, sancısı ve doğumu da öyle... Aslında serbest ölçüde yazdığım şiirler bile iç ahenge ve ritim bütünlüğüne ustaca perçinlidir.”

      Karakoç, dil ustasıdır, Türkçe mevzuunda son derece kararlıdır ve Türkçe’yi bozanı affetmez: “Arı Türkçeci dil Donkişotlarının ‘esin’ dediği ilham, ne peri kılığında gelir bana; ne de sihirli bir kuş. Benim ilham kaynağım içimdedir; güncel bir olaydan da etkilenirim, tarihî  bir anekdottan da. Bir gölgeden de etkilenirim, bir kokudan da. Her şey etkileyebilir beni. Bir ağacı şiddetlice salladığınız zaman, olgun meyveler nasıl yere düşerse, şair içinden sarsıldığı zaman da şiirler öylece dökülür.”

      Bu cümlelerden anlıyoruz ki ilham beklenince gelen herhangi bir şey değildir. İlham, zamansız gelen ve gelince şairi sarsan bir yıldırıma benzer. İlham, her şeyden tesir alabilecek, onlardan yeni biçimler çıkaracak bir ruhun, şairde oluşmasına izin veren, şairi sarsan bir saiktir.

       İlham gelen şaire, ahenk, kafiye, ölçü gibi ses unsurları birlikte mi gelir, yoksa şair şiirini kağıt üzerine dökerek bâzı oynamalarla bu unsurları sonradan mı ekler? Bir sohbetimiz sırasında kendisine sorduğum bir soruyu başından geçen bir anekdotu anlatarak cevaplar: “İlhamla tıpkı bir vahiy gibi gelip şairi sarsan şiir ses unsurlarıyla birlikte zihinde şekillenir. Ve zihinde bu unsurlar tamam olduktan sonra kağıda dökülür.”

      Anlattığı bir başka anekdot var ki, şiir yazanlar Karakoç’un bu sözünü hafızalarına kazımalıdırlar. Gördüğü çok güzel bir genç kız karşısında âdeta donar ve kendi kendine sorar: “Telifi buysa müellifi kim bilir nasıldır?” Bunun üzerine zihninde on bir kıtalık şiir şekillenir. Daha sonra kağıdı, kalemi eline aldığında hiç eksiksiz yazıverir. Demek ki şiir, şairin asla unutamayacağı bir parçası hâline geliyor. Gönüllere silinmez bir kalemle nakış gibi işleniyor.

        Karakoç, “Şiir hangi biçimde içime yansımışsa, o şiiri, yansıdığı biçimde dışarı aktarırım” diyor. Yâni şiirin şeklinin içte gerçekleştiğini ve buna müdahale etmediğini söylüyor. Şiirlerinde çok geniş bir kelime hazinesine sahip olan şair, mahallî söyleyişlere de geniş yer verir: “İnsan, kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşur, kelimelerle tefriş eder dünyasını, kelimelerle tefsir eder zâhiri ve bâtını. Bütün bildiklerimiz kullandığımız kelimelerle orantılıdır; bilmek istediklerimize de kelimeler götürür bizi. Kısacası, kelimeler de bizim mukaddeslerimizdir. İhtiyaç duyduğum zaman mahallî kelimelerden yararlandığım doğrudur; çünkü ülke coğrafyamızın bütünlüğü içinde kullanılan her kelime millî kültürümüzün canlı bir parçasıdır bana göre, dün kullanılmışsa bugün niye kullanılmasın? Yeter ki kullanacağın her kelime mısra ve cümle yapısı içinde yerine sağlam otursun; yansıtmak istediğin duygularla, düşüncelerle ve kümedeki bütün kelimelerle iyice kaynaşsın. Gerektiğinde mahallî kelimeler de kullanmakta ben bir sakınca görmüyorum.”

     Karakoç’a göre şiirde muhteva;  “Şiire yeşeren bir çekirdek, zamana sunulan bir selâmdır. Aşk olur, ölüm olur, ayrılık olur, özlem olur, gurbet olur, erdem kuşağında vuslat olur, Peygamberimize şefaat dilekçesi, Rabbülâlemin’e yazılan münâcât olur. Ufuk gibidir, çölde görünen serap gibidir, sen koşarsın ulaşıp yakalamak için, o kaçar. Kendini aynada seyredersin ama aynadaki yüzünü avuçlayamazsın.”

     Ona göre şair: “Sevdalı bir ses avcısı. Şüphesiz ki her sesten soylu bir şiir damıtılamaz; ama şiir sesten başka da nedir ki? Çokgen bir prizma gibidir şair: ana renkleri, ara renkleri yansıtan bir prizma. Şiirin ana maddesi olan söze, resmi, felsefeyi, ritmi ahengi, çoşkuyu ve zaman zaman da hüznü katar. Yetkinleştirdiği şiir terkibi ile de, şuur altını, şuur üstünü kamçılamaktan, karıştırmaktan korkmaz, çekinmez;  primif laf göletleri gibi, metalik putlara sarılarak dünyalık peşinden koşmaz; hayatı kokuşturmaz. Şair, şiirleri ile, duymasını bilenlerin gönül antenlerine aşk iksirleri serpeler; salkım salkım mesajlar fısıldar. Yani şair bir bakıma metafizik bir âlemin sarhoşudur. Mutlak Gerçek’in sevdalı arayıcısıdır o. Sezgileri atlaslaştıran şuur odağıdır. Bir şairin bilmesi gerekenleri tam ve doğru olarak bilen, fert ve toplum planındaki sorumluluklarının her zaman idrakinde bulunan bir sanat eridir; bir güzel habercidir.”

      Şairi Mutlak Gerçek’in sevdalı olarak tavsif eder: “Yeryüzüne tesadüfen gelmemiştir. Şair duygularını bir armoni kıvamında şiirleştirirken, tefekkürü dışlamaz, bütünlüğe dikkat eder; sınırları karıştırmaz, mevsimleri şaşırtmaz. Sorgular, uyarır ama üç ayaklı sehpada ceset sergilemez. Şiir ülkesinin sultanıdır şair; tebaası güzel şiirden anlayan herkestir. Çoban şairler, kılavuz şairler için geçerlidir bu söylenenler; sürüdeki sıradan şairler için değil; omuzu heybeli bulvar ozanları için değil.”

    Hâsıl-ı kelâm Bahaettin Karakoç’un kelimeleriyle Türkçe’ye hizmetini unutmayalım, şiirlerini çocuklarımıza ve torunlarımıza okutalım. (Alıntı: Habervaktim.com)                                                    

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İLBEY Arşivi