HASAN REŞİT TANKUT’UN KALEMİNDEN ELBİSTAN

 

“Tarih bilgisi tüm insanlığın hafızasıdır.”

 

 Çok değişik kayıtlarda ve tarihlerde, farklı yazarlar tarafından “ Elbistan” kaleme alınmış olup ve bunlardan birisi olan Hasan Reşit Tankut’un çalışmasını sizlere sunmak bir görevdir. Çünkü Elbistanlı olan ve bu kadar büyük hizmetlerde bulunmuş, bir kişiyi anlatmadan geçmek bana uygun gelmedi. Hasan Reşit Tankut, Elbistan ovasını anlatırken şiirsel bir bakış sergilemiştir. Bu da sözcükler arasında geçişleri daha zevkli hale getirmiş. Gelin sözleri daha fazla uzatmadan üstadın dünyasında Elbistan’a yolculuk yapalım.

Öncelikle Hasan Reşit Tankut kimdir? Onu tanımaya çalışalım: Hasan Reşit Tankut, Şam İdadisini ve Mülkiye Mektebi’ni 1913 yılında bitirdikten sonra, Sivas İli Maiyet Memurluğu, Sivas İli İlkokullar Müfettişliği yaptı. 1914 yılında patlak veren savaş, Tankut’un gönüllü olarak orduya katılmasına neden oldu. Hasan Reşit Tankut yedek subay olarak görev yaparken Çanakkale, Galiçya ve Sina’da yararlılıklar göstererek madalyalar aldı. I. Dünya Savaşı sonrasında Niksar, Artova ve Erbaa ilçelerinde kaymakamlık yaptı. Daha sonra Kuvayı Milliye saflarına katılarak Kurtuluş Savaşı’nda görev aldı. Milli Mücadele sırasındaki hizmetlerinden dolayı da İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi. İstanbul Polis Müdürlüğü, 3. Şube Müdürlüğü, 1926’da İstanbul Polis Müdür Muavini, 1928’de Mülkiye Müfettişi olarak görev yaptı; aynı dönemde Türk Ocakları Genel Müfettişi olarak da çalıştı. Millî İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) kuruluşunda da görev aldı. Hasan Reşit Tankut’un bir dönem Ulus gazetesinin sahibi olduğu da kayıtlarda belirtilmektedir. İngilizce, Fransızca, Almanca, Arapça ve Bulgarcayı iyi derecede bilen Tankut, bu özelliğinden dolayı yurtdışındaki birçok toplantı ve kongreye temsilci olarak katıldı. Türk Dil Kurumu kurucuları arasında yer aldı, kurumun 1935-1950 arasında ikinci başkanı olarak görev yaptı; ayrıca Etimolojik ve Lingüistik Filoloji Kolları Başkanı ve Genel Sekreteri olarak çalıştı. Hasan Reşit Tankut, Güneş-Dil Teorisi üzerine çalışmalar yaptı. Milletlerarası Bükreş Dil Kongresi'nde olduğu gibi birçok toplantıda teoriyi tanıttı. Buna rağmen Atatürk, "Dil işimizde henüz bir istikrara varamadık." kanaatine vardığı zamanlarda Prof. Dr. Hasan Reşit Tankut'un da isteğiyle, bu teori üzerinde durmaktan vazgeçti. 1936-1940 yılları arasında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. İdare-Mülkiye Müfettişi, Türk Ocakları Genel Enspektörü görevlerinde bulundu. Tankut, 1939 yılında başlayan Türkçe Sözlük yazım çalışmalarında sözlüğün genel plânını hazırladı.

            4. dönem (14 Mayıs 1931’den itibaren) Muş;  1935-1950 arasında (5. 6. 7. 8. dönem) CHP Maraş, 1950-1954 arasında (9. dönem) Hatay ve 1957-1960 arasında (11. dönem) Mardin Milletvekili olarak toplam 7 dönem (29 yıl) milletvekili olarak TBMM’de bulundu. (Milletvekilliği sırasında 12 Ağustos 1946 tarihinde TBMM Bayındırlık Komisyonu üyeliğine; 11 Kasım 1946 ve 5 Kasım 1947 tarihlerinde aynı üyeliğe yeniden ve 5 Kasım 1948 tarihinde ise Sayıştay Komisyonu üyeliğine seçildi.) 18 Şubat 1980 tarihinde vefat etti.

            HASAN REŞİT TANKUT’UN ESERLERİ: 1. Güneş-Dil Teorisine Göre Toponomik Tetkikler, İstanbul, 1936 2. Güneş-Dil Teorisine Göre Dil Tetkikleri, İstanbul: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, 1936 3. Prof. H. Reşit Tankut'un Güneş-Dil Teorisine Göre Pankronik Usulle ve Paleo-Sosyolojik Dil Tetkikleri Adlı Tezinde Geçen Örnekler, Ankara: TDK, 1936 4. Dil ve Irk Münasebetleri Hakkında, İstanbul: Devlet Basımevi, 1937 5. Prehistuvar’a Doğru Bir Dil izlemesi ve Güneş Dil Teorisinin İzahı, İstanbul: Türk Dil Kurumu, 1937 6. Diyarbakır Adı Üzerinde Toponomik Bir Tetkik, Ankara, 1937 7. Dil ve Tarih Tezlerimiz Üzerine Gerekli Bazı İzahlar, Ankara: Türk Dil Kurumu, 1938 8. Alp Kelimesi ve Alpin Irkın Yurdu, İstanbul, 1938 9. Nusayriler ve Nusayrilik Hakkında, Ankara, 1938 10. Köylerimiz Bugün Nasıldır, Dün Nasıldı, Yarın Nasıl Olmalıdır, 1939 11. Maraş Yollarında, Ankara, 1944 12. Köy ve Kalkınma, Ankara, 1960 13) Zazalar Üzerine Sosyolojik Tetkikler 14) Erbaa kaymakamları.

 ELBİSTAN OVASI

 Arka Toros dağlarının en çok düğümlü ve çarpaşık bir kümesinde büyük ve feyizli bir ova bulunduğunu herkes bilir. Fakat oraya gidip o mutlu toprakları görenimiz pek azdır. Elbistan ovasının adı dünyaya tuttuğu halde kendisi ne zamandan beri dünyamıza kapalı durur. Eğer büyük himmet demir yolunu kapuderesi’nden geçirmese idi oraya varabilmek için kim bilir daha ne kadar bekleyecektik. Tabiatın çehresi bize bu toprakların üstünde olduğu gibi altında da hazinelerin yattığını söylüyor. Tarih kitaplarının anlattığına göre Elbistan ovasının hiçbir zaman hiçbir idare için küçümsenmeyecek kıymetleri var. O halde Elbistan ovası neden böyle yalnız ve atılmış kaldı?

    Elbistan Etiler devrinin üstün kıymette bir merkezi idi. Sonra Kumaniler zamanın en parlak medeniyetini orada canlanmış buluyoruz. İranlılar, Bizanslılar ve Mısırlılar hep bu ovada tokuştular. Elbistan Osmanlı idaresine yerleşene kadar bu üstün önemini yitirmedi. Fakat Osmanlı İmparatorluğu olağanüstü bir hızla ülkeleri aşarak kıtalar alınca bu dağlar diyarına bakmadı. Nimeti bol ülkeler çoğalınca Elbistan ovasına karşı yan çizmekte o gün için bir zarar yoktu.

 Erçene köyünün biraz yukarısında durakladığımız zaman kafamın içinde, tarihin bu yaprakları Binboğa dağının sert rüzgârına tutulmuş sonbahar otları gibi hızlı ve telaşlı bir dağınıkla savruldu.  Şimdi uzak ufuklara doğru tabiatı seyrediyorum: Dağlar! Ulu, oylumlu ve yapımlı dağlar! Bazan büyük kervan kafilelerinin bitmez tükenmez katarlarını, bazen fetih ordularının uçsuz ve sonsuz yürüyüş kolunu andıran bu dağlar büyük ve geniş dairenin ortasında büyük bir ova uzanıyor. Bu ova nereden başlar nerede biter? Giriti(medhal) neresidir? Hangi boğaz yol veren çıkıtıdır (mahreç)? Acaba burası bir Ergenekon mu idi? Derken şimdi yanı başında bulunduğumuz Erçene köyü bana, sevinmiş ve hoşlanmış bakışlarla göz kırpmaya başladı. Bu küçük ve kabına çekilmiş mütevazi köyde geçmişinin  şan ve şerefi anılan düşkün bir kişi oğlunun irkilen gurunu görür gibi oldum. “Ergene benim. Ve bu yuva Ergenekon’dur” diyordu. Evet Ergenekon’un bütün özellikleri Elbistan ovasındadır. Bitek ve çok verimli ova. Ovayı çevreye karşı dıvar gibi kapamış dağlar. Sular, sular, sayısız sular. Ve bütün dağları kaplayan ormanlar. At, geyik, demir ve bakır. Sonra Türk neslinin dağlar kadar heybetli, sular kadar kuvvetli demir kadar sağlam çocukları hep burada değil mi? Bu Ergenekon ne zamana kadar kapalı kalacak? Hayır, o açılacaktır. Cumhuriyet idaresi onun gibi kaç Ergenekon açmadı ki.

    Delaporte “Les Hittites” adlı kitabında Etiler devrinin büyük sitelerinden ve büyük yollarından bilgiler verir. Malatya’dan geçen büyük şark yolu ile Maraş’tan geçen doğu güney yolundan bahsederken dikkatimizi bu iki yol arasında ki dağlık bölgeye çeker. Ve bu dağlık bölgeyi tanımanızı öğütler. Ona göre bu dağlık bölgede öteki büyük yollar kadar önemlileri vardı.  Bizans ve ilk haçlılar tarihinde de bahsi geçen bu yollar oralardan geçmek istemiş orduların yürüyüşünü hiçbir zaman engelli yemedi. Çünkü geçitleri hiç te sakar değildi. Bunun içindir ki Etiler bu yolların Sarman bakır  ocaklarının yanı başında ki siteden, Elbistan’dan çıktığını ve böylece Elbistan çevresine ve büyük yollara bağlandığını yazar. Ona göre Elbistan merkezinden yedi yol çıkardı. Bu yollar şunlardı:

1- Pyrame vadisini (şimdiki Kısık) izleyerek Maraş’a iner, ikinci, üçüncü ve dördüncü yolun baş tarafları Hurman çayının sular kavşağında ki hiyeroğlifli dikili taşın bulunduğu Izgın’a kadar müşterekti.

2- Efsus (Yarpuz)’dan Göksu (şimdiki Göksun çayı olacak) vadisini sürerek Göksun’a giderdi.

3- Hurman vadisi boyunca Kemer’e uzanırdı.

4- Gürün üzerinden Tohma vadisine inerdi.

5- Aşağı ve yukarı yapalaklar arasından geçerek Arslantaş’da ki (kalkerlerden iki arslanı) hiyeroğlif yazıtının yanından Darende’ye beş kilometre kala Palanga’ya (insan ve arslan heykelinin bulunduğu yere) giderdi.

6- Söğütlü çayı boyunca Malatya’ya varırdı. Bu yol Kurttepe’de  Alacadağı aşar, Fırat vadisine inerdi.

7-Bu son yol Savran ve Nurhak dağları dolanarak Fırat üzerinde ki Samsata inerdi.
            Bugün bize kapalı olan Elbistan ovası o devirlerde yedi yolunu yedi ok gibi dağların bağrına saplanmış ve büyük dünya yollarına yedi noktada bağlanmıştı. Elbistan sitesine gelince: Kervanları yedi yolu doldurabilen büyük bir bilgi ve sanat sitesi idi. Şimdi o zengin ve parlak geçmişin yıkıntısı altında sönük yeniden canlanması, parlaması ve büyük bir şehir olması için yedi yolundan yalnız birinin bile kafi olduğunu inanıyoruz.

 Etiler devrinde yedi başlıca yolla dağ çenblerinin ötesinde taşan geniş bir Elbistan medeniyeti vardı. Ovada gördüğümüz izler ve eserler bu medeniyetin yücelmiş ve üstelemiş olduğunun belgeleridir.

   Delaporte Elbistan ovasında 20 höyük saydı. Hüyükler koyunlarında sakladıkları yapıların durumuna göre şekillenirler. Burada ki hüyüklerin durumu ve görünü bize onların herhangi bir yapıdan ziyade belli başlı siteler yıkıntıları üzerinde öbeklendiğini gösterir. Başlıcaları şunlardır: Elbistan höyüğü, Karaelbistan höyüğü, Mühre höyüğü, Karahöyük, Tilafşin höyüğü, Çoluhan höyüğü, Yarpuz höyüğü, Huni Höyüğü, Lorşin höyüğü

 İslam orduları ovaya geldikleri zaman bu höyüklerden yalnız Arabesus (Yarpuz- Efsus), Huni bir de Karaelbistan ayakta idiler. Diğerlerinin daha önce yıkılmış oldukları anlaşılıyor. Höyükler kaleli ve surlu  şehirlerin üzerinde şekillenir. Zaman şehri ve duvarlarını eritir. Fakat iç kale ve tapınağın(mabet) gövdesi kaybolmaz. Surları sağlam kalanlar yeniden şekillenir. Bizde bunun biricik örneği Diyarbakır’dır.

   Elbistan ovasının büyük hüyüklerinden Kara höyükle, Karaelbistan höyüğünde  bana gösterdikleri eserler kıymetli şeylerdi. Bu tunçtan dökülme ve taştan yonulma eserler o devir Anadolu medeniyetinin bu ovada başka yerdekilerden ziyade incelmiş ve yükselmiş olduğunu sandırıyordu.  Elbistan ovasına eski devirlerden girdim. Fakat bu ovanın o devirleri çok parlak olduğu için  bu yolda  biraz daha yürümeme izin istiyorum. İleride Binboğa yaylalarının  sarı sümbüllü yeşil yamaçlarında  ve “deve kinli ablak sığınlarının” rüzgar gibi estiği ağaçlı kayalıklarda  da dolaşacağız. Hatta okurlarımla birlikte “boynu bükük lalelerin”, “gece ateş gibi yanan taşların” bulunduğu, kuşların başka bir ışık öten ve çiçekleri başka bir şiir kokan çiçek dağında da gezeceğiz.

Şimdi yine eski höyükler arasında dolaşalım:

 Elbistan ovasının yirmi höyüğünden her biri bir çay bük’ündedir. Elbistan, Karaelbistan Ceyhan’ın Karahöyük’le Lurşin höyüğü Horman(Hurman)’ın yaptığı büyük kavislerin merkezindedir. Bizde bu kavislere “bük” derler. Büklerin üç yanı suyla çevrilmiş olduğu için toprağı rutubetli ve çayırlı olur. Fazla olarak buralarda yılgın ağaçlarda yetişir. Bu çalılar küçük av hayvanlarının olduğu gibi sığır, davar ve at cinsi içinde elverişli yataklardır.  Bence kendini  az çok teşkilatlandırılmış ilkeli insan kümeleri önce buralarını yurt tuttular. Ve birer kanalla büklerini ada haline getirerek dışarıya karşı korunma tertiplerini tamamladılar. Ben buralarda ve bu esasta gelişen ilkel medeniyete bük medeniyeti diyorum. Medeniyet ilerleyince büklerde birer site kuruldu.

    Bu dediklerimi Elbistan ovasında aynen görürsünüz. Bugünkü Elbistan Bugün dahi bir kanalla ada haline gelmiş ve bükün içindedir. Fakat Karahöyük’te ve Lorşin’de bu işlevi (ameliye) devler ölçüsünde bulursunuz. Burada kanalların kayalıktan geçen kısmı ya bugünkü deşgilerin yahut bir asır sürümü bir milletin gayretini ister. O devir adamları su nimetinden faydalanmayı bizden çok iyi biliyorlardı. Çünkü Tanır köyünde izlerini gördüğümüz büyük su havuzu gayret ve zaman yeme bakımından kanallardan geri değildir.

Ağaçlı dağların tümüslü topraklarıyla feyizli bir delta kıymetini kazanmış olan büyük Elbistan ovası suların ve sayısız çayların, çocuk usluluğu ve uysallığı ile aktığı bu bereketli topraklar elbette ki bu kadar büyük ve ilahi emeklere layıktı. İnsafsız zaman bu medeniyete ve bu medeniyet yurduna neden kıydı? O siteler neden yıkıldı? Bu kanallar neden köreldi? Bu sitelerin hangi zamanda ve kimler tarafından yıkıldığını kestiremiyoruz. Ancak çağdaşlık  ve komşuluk  gözetilince Asurları hatırlamak doğru olur. Onlar da tıpkı Crus( Keyhusrev) ‘in Babil medeniyetine yaptığı gibi nerede bir Eti medeniyeti gördülerse saldırmış, sitelerini kökünden sökmüştü. Onlar siteleri yıkarlar, sitelerin hünerli ve güçlü çocuklarını kendi eserlerini yaptırmak için alıp Dicle yatağında ki yurtlarına götürürlerdi.

Asurlar geldiler ve yüz yıllar sürümü Elbistan Ovası’nın sitelerini birer birer yıktılar. Anadolu’nun en gürbüz insanları olan bu ova çocuklarını takım takım götürdüler. Torunları bu büyük yıkıntı üzerinde ancak bugünkü örenleri kurabildi. Taş yapı yerine kerpiç köyler yaptı. Fakat zaman ettiğiyle kalsın biz onun hükmün gidermeğe karar verdik. İstediğimiz yürekten ve azmimiz Cumhuriyetin feyzindendir. Büklerin dar çemberini kırıp ışığa çıkacak bugünkü varlığımızın genliğine ve büyüklüğüne varacağız. su mühendislerimizin iki yıldan beri yaptıkları inceleme tam başarı ile bitmiş ve sonuçların mükemmelliğine ermiş bulunuyor. İki seneye kalmaz, Ceyhan kaynağı Söğütlü ve Hurman çayları bugünkü yataklarından çıkıp ovalarımıza rahmet seli gibi yayılacak feyizli topraklarımız Hitit devrinin nimetlerini yeniden vermeye başlayacaktır. O zaman bu eski höyükler Elbistan ovasının bugün ki yiğit ve çalışkan çocuklarının kol ve kafa kuvvetiyle yeniden birer medeniyet merkezi olacaktır.

Tarihinin bu çok tanınmış Ablastan’ın ( şimdiki Elbistan) önce acaba nerede idi? Bilginler için bunu öğrenmek çok önemli olacaktır. Şimdikinden 10-12 kilometre daha aşağıda Ceyhan’ın daha geniş bir bükünde ve daha büyük bir höyüğün üzerinde bir de Karaelbistan var. Bu Karaelbistan Şar Dağı’nın ucunda yukarıya doğru genişledikçe yayvanlaşan bir yamacın eteğindedir. Vaktiyle Ceyhan kıyılarından başlayarak bu yamacın geniş bir parçasını  kuşatmış olan geniş bir surun belirli belirsiz izi eski Elbistan’ın bu Karaelbistan olduğuna inandırır gibi oluyor. Karaelbistan adından da buna varabiliriz. Türk İslam orduları aldıkları Hıristiyan sitelerini haraca bağlamakla yetiniyor. Fakat Mecusi memleketlerini kökünden yıkıyordu. Bu yıkılan yerlerin adına  bir de kara vasfı takıyorlardı. Karaelbistan ve Karamaraş örenleri gibi.

Elbistan ovası Hititlerden sonra Komagen hududu içindedir. Bu devrin büyük merkezine Komana diyorlardı. Bu komana Hacin ile Feke arasında idi. Adına Şar denilirdi. Elbistan ile Komana arasında Göksun’dan geçen işlek bir yol vardı. Bu ülkede ana tanrı Maenyo zengin törenli ibadeti yapılırdı ve her yılın belli zamanlarında Maenyo dervişleri bu yolu baştan başa doldururlardı. Yukarda orta Yeşil Irmak yatağında bir Komana vardı. Ben orasını gördüm. Tokat yakınında Yeşilırmağın Gömenek köprüsü üzerindedir. Orada da aynı medeniyet ve aynı ibadet vardı. Ayırtabilmek için aşağıdakine Şar ve Altun şehir diyorlardı. Herv ikisinede altışar bin dervişli manastır vardı. Bazı bilginler aşağıda ki Şar’ın (Komana) Kayseri ile Malatya arasında stratejik bir nokta olduğunu kaydederler.

Onlara göre Bizans İmparatorluğu’nun Şarka götüren büyük caddesi buradan geçerdi. Önemli bir dağ geçidinin doğu ucunda idi. Bütün bunlar Şar Dağı’nın şark(doğu) ucunda ki Karaelbistan’ı işaret der gibi olmaz mı?

 ELBİSTAN ŞEHRİ

Bizim ilde ev kapıları Ceyhan’a açılır. Ve sokağa biraz hızlı fırlayan her çocuk suların içindedir. Topraktan henüz doğrulduğum çocukluk günlerimin Ceyhan’ın bu yıl da aynı Ceyhan’dı şurada şu gümüş yapraklı kavak selvilerinin saf bağladığı kıyıda dizelenir. Kurbağalar gibi fırlama durumu alırdık. Bu yerde Ceyhan derindir. Sular Elbistan adasını kuşatmak için bu noktada daralır ve sonra ana yataktan taşarak bir bölüğü ile büyük kanala yürür. Yeşil ve durgun sular, sessiz heybetlerinin özünden bir tanıdık gülücüğü verdi ve ben onda arkadaşlık ettiğimiz günlerin haşarılığını tanıdım: Yaşça büyüklerimiz kanadımızdan tutar bizi bir kaz palazı gibi suya fırlatırdı. Biraz bağırır biraz çırpınır, biraz da su yutar fakat nihayet camuzun(manda) kuyruğuna veya boynuzuna sarılırdık. Korku geçene kadar mandanın boynuzlarının arasında ki kurbagalığımız görülecek şeydi. Ne kadar titiz, ne kadar sıkı abanırdık. Ceyhan’ı bu şekilde günde on defa geçtiğimiz olurdu.

Şimdi gezi boyu (mesire) yapılmak üzere rıhtımlanan  ve oldukça geniş ölçüde açılmış olan şu kıyıda  o vakit yalılar vardı. Her yalı tahta perdeli bir sundurma ile Ceyhan’ın bir parçasını avlusuna almıştı. Ben ve ablam,  iki parmak çocuk  teyzemin evinde idik. Gün bayramdı. Hısım akraba sarmaş dolaş birbirinde iken biz iki yaramaz; sevgili Ceyhan’ımıza doğru sıyrıldık. Yunmak taşının kenarına çömeldik. Tahta perdenin altından dışarıyı gözledik ve oradan dışarda ki kazlar, ördekler ve mandalarla birlikte yüzen Ceyhan’ın çocuklarını görmek istiyorduk. Hangimizin ayağı kaydı bilmiyorum, suyun koynunda ne kadar kaldık hatırlamıyorum. Sular bizi tahta perdenin dışına almıştı. Ablam tahtaya ben de onun eteğine yapışmıştık. Yufka sularda ki yosun salkımları veya oltaya tutulmuş balıklar gibi akıntının anaforu içinde fırıl fırıl dönüşümüz, şimdi gözümün önünde canlanıyor. Ceyhan’dan fırlar harmanlara koşardık. Düven tahtasına oturduğumuz zaman dakikadan başlayarak mandalar bile küheylan kesilirdi. Sapı samanı tozu dumana katardık. Bazan döğen tahtasının altında kalır. Bazan hayvanları harman dışına kaçırırdık. O zaman taştan taşa çalınır. Çalıdan çalıya takılırdık. Aldığımız bereler, içimize dolan buğday kılçıkları gövdemizi barut gibi yakardı. Fakat Ceyhan yakınımızda değil mi? Gömlekleri sıyırır hemen dalardık. Bir kere Ceyhan’a dokunan her türlü sızıdan sıyrılırdı.

Şimdi arkadaşlarla birlikte etrafımızı alan hemşeriler Ceyhan kıyısında  bir yaz kahvesinin önündeyiz. Biraz ötede irili ufaklı çocuklar tıpkı bizim yaptığımız gibi Ceyhan’da anaforlar fırtınalar koparıyor. Önümüzde ki kazlardan filolar ve ördeklerden filotillalar var. Bir tavuk, arkasında ki ördek piliçlerini kıyıya kadar getirdi. Gururlu bir tavrı ve keskin buyrukları vardı. Yavrular hiçbirine aldırmadı. Ve Ceyhan’ın suyunun yeşil aynasına kaydılar. Ana tavuk gururlu tavrı ile hala keskin buyruklar savuruyordu. Nihayet telaşlandı ve ümitsiz adımlarla suların toprakta yaptığı çamurlu hattı bir aşa bir yukarı arşınladı durdu, zavallı acınacak durumda idi.

Pınarbaşı’nın büyük kayaların gölgesi Ceyhan kaynağının gümüş sinesine düştüğü saatlerde genç kızlar ve genç erkekler bir arada halay çekerler ve şarkılar söylerlerdi. Bugünkü adasının bunaltıcı sıkışıklığı içinde on binden artık bir nüfus ile boz renkli, toprak damlı kerpiç evlerinin koynunda bir site devirlerinin yükselmiş ve incelmiş medeniyetini yaşatan Elbistan şehri, bulunduğu toprağın feyzi, çocuklarının seciyesi ve kudretiyle Cumhuriyet idealizminin örnek bir şehri olmak durumundadır. İlk işimiz Elbistan gençliğinin iş başı olmasıdır. 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Adnan GÜLLÜ Arşivi