KELLECİ ABDULLAH ÇAVUŞ

.

Köşede Kelleci Abdullah Çavuş’un evi vardı. Doğramalarını biz yapmıştık. Oradan her geçişimde, eserimiz olan pencerelerine bakar, doğramaların sarkmadıklarını gördükçe, biraz da kendime pay çıkararak övünürdüm. Büyük oğlu Ali Rıza yaşıtımdı. Sanat Okulu’nda okuyordu. Abdullah Çavuş mezbahanenin yanında kelle üter, üttükten sonra paçacılara satardı. Paçacıların hepsi de ondan alışveriş yaparlarmış. Ne hesaba aklı ererdi ne paraya. Belki mahallenin en saf insanı oydu. Çocukların bile kandırabilecekleri, saf biriydi. Böyle biri nasıl zengin olmuştu bir türlü aklım almazdı. “Allah onun saflığına veriyor,” derdi mahallenin büyükleri.

VE DEDEM

Dedemi zar zor anımsıyorum. Vefatında altı yedi yaşımdaymışım. Benden bir buçuk yaş büyük olan Fettah abim ne kadar da iyi anımsıyor bu eski (çok eski) yılların anılarını. İmreniyorum ona doğrusu… Bense, dedemin çok yaşlılığında bu gediğin başına uzun ve kalın bir minderle bir yastık attırıp, gelip geçenleri seyrettiğini, yanında çoğu zaman bir tepsi baklava bulundurduğunu, tanıdık tanımadık herkese, “Allahi (Allahı değil, Allahi) seversen iki dilim ye de öyle git!” diye ikram ettiğini kıt sıt anımsıyorum. Dahası ayağında, ayak bilekleri düğmeli beyaz ve uzun bir paçalıdon, üst tarafında da aynı bezden, aynı renk bir köyneği vardı. Bunları anımsıyorum ama ben yanına geldiğimde ne yapardı, beni nasıl severdi, benimle ne konuşurdu, onlar belleğimde yer etmemiş. Daha da küçükken (belki üç yaşımda falanken) hızarın önünde beni yakalamak için kollarını açarak üzerime geldiğini, benim de (çocukluk işte) ondan kaçmak için sağa sola paytak paytak koşmaya çalıştığımı anımsar gibiyim. Sonra ne olmuş(muş)tu? İşte böyle yerlerde belleğimdeki puslar kalınlaşıyor ve anımsama şansımı yitiriyorum.

BEYOĞLU HÜSEYİN

Mıstıların (halamların) evini geçince sokak sola dönüyordu. Karşıdaki evin (ev demeye insanın dili varmıyordu ama orada iki üç aile oturuyordu) ikinci katındaki tek odada Beyoğlu Hüseyin kalırdı. Tam aklımdan geçirirken kapı açıldı ve Beyoğlu Hüseyin sokağa çıktı. “Acaba düşünmesem karşılaşmaz mıydık?” diye geçirdim usumdan. Bazen böyle oluyor bende, usumdan geçirdiğim biriyle burun buruna geliyorum. Başkalarında da olur muydu acaba? Yine öyle oldu, aniden karşı karşıya geldik Beyoğlu Hüseyin’le. Orta boylu, sarıklı, sarığının bir ucu bazen göğsünden bazen de sırtından aşağıya doğru sallanan, fazla uzun sayılmayacak seyrek sakallı, (çenesinden tutamlayınca alttan bir iki parmak görünecek uzunlukta, büyüklerin söylediklerine göre sünnet-i seniyeye uygun) sakalına kır düşeli epey olmuş, gözleri (haramı görmemek için) sürekli yerde, elinde kalınca bir bastonla karşıma çıkıverdi. (Bastonunun öyküsünü ve neden taşıdığını az sonra anlatacağım.) Beyoğlu Hüseyin baklava ustasıymış. Karadayı’nın Şahin, baklava açmayı ondan öğrenmiş. “Ustam!” derdi Beyoğlu Hüseyin’in adı geçtiğinde. Maraş’ın en iyi baklava ustasıymış Beyoğlu Hüseyin. Sonradan tanıştığım (daha doğrusu bacanak olduğum) dondurmamızı dünyaya tanıtan Mehmet Kanbur da Şahin Usta’dan öğrenmiş baklava işini. (Haklı olarak) Kimseleri beğenmeyen Mehmet Kanbur, Şahin Usta’dan övgü ile hayranlıkla söz ederdi. Beyoğlu Hüseyin, zar gibi baklava yufkası açarken, günün birinde (işte, lafın gelişi) dindar biri olmak istemiş, ne olduysa. Baklavada ne kadar aşırılığa kaçıp bir numara olmuşsa, dinde de o kadar derinlere dalmak istemiş. Evini kalın kalın kitaplarla doldurmuş. Yakınlarının tüm ısrarlarına karşın işi gücü savsaklayıp, (birkaç ay sanra da tamamen bırakıp) sürekli okumaya başlamış. Neyin helal neyin haram, neyin sevap neyin günah, neyin iyi neyin kötü olduğunu kitaplarda araştırmaya ve onunla amel etmeye başlamış. Sürekli namaz kılıyor, ramazanın dışında bile pazartesilerle perşembeleri oruç tutuyormuş. Din konusunda çok duyarlı ve dikkatli ve ihlaslı ve de takvalı biri olmuş. Dine yeteri kadar hassasiyet göstermeyenlere bastonla vurmaya başlamış(mış) sonunda. Bel ağrısından ya da diz ağrısından taşımadığı bastonu onun en büyük yardımcısıymış(mış). Bastonu onun vücudunun bir parçasıymış gibi gelirdi bize. Bastona çöke çöke yürümezdi; bastonu ortasından terazileyerek tutar, yola öyle giderdi. Birden karşıma çıkınca (ne yalan söyleyeyim) biraz çekindim ama “Hacı, sen misin oğlum?” deyince etrafımdaki korku sisleri dağıldı. Belli ki beni ‘din karşıtı zındığın biri’ olarak görmüyordu. Zaten yaşım da bu şekilde suçlanmaya uygun değildi. Ayaküstü öğütlerde bulundu bana. “Oğlum, bu dünya fâni, yarın bir gün sonsuz bir âleme gideceğiz. Rabb-i zülcelal hazretlerinin huzuruna çıkacağız. Abdestini al, namazını kıl, orucunu tut, pis işlerle uğraşma, ben seni Cumalarda görüyorum, aferin, ama Cumadan Cumaya yetmez, beş vakit kılmalısın. Bak, aklın erecek yaşa gelmişsin.”

Beyoğlu Hüseyin’e, en külhanbeyi abiler bile karşı çıkamazken ben ne diyebilirdim ki? Belki onar defa ‘Tamam, peki, hay hay, olur!’ dedikten sonra üstat benim dindar bir genç olacağıma inandı ve bana yol verdi. Kendi de; bastonunu (aynı zamanda silahını) terazileyerek; kafası, karşısından gelenlerin dizden yukarısını göremeyecek kadar eğik, sarığının sarkan ucu sallana sallana yürümeye başladı. Yırttık…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazarlar Haberleri