KÜRKÜM BENDE, YİYEYİM BARİ!

Nasreddin Hoca’nın “Ye Kürküm Ye” hikâyesini bilirsiniz, belki de bilmezsiniz. Hani burada, bana tahsis edilen bu alanda, tam da bu köşede, koltuğuma kurulup, “Bilenler bilmeyenlere anlatsın” derdim ama siz de benim kadar biliyorsunuz ki “Ye Kürküm Ye” hikâyesi eskidi. Şimdi daha yenisi var; taptaze.. çıtır çıtır.. kıtır kıtır; “Kürküm bende, yiyeyim bari

Bu hikâye, Hocanın hikâyesini kaça katlar bilemiyorum…

Biz Akşehir diyelim, siz “yaşadığınız bölge”yi düşünün. Biz “beyler” diyelim, siz ağa bilin, paşa bilin, üst veya alt düzey bürokrat bilin, siyasetçi bilin, büyük adam bilin, büyük kadın bilin, cebi şiş bilin, hesabı kabarık bilin, arkası kuvvetli bilin, işini bilen bilin, gücü yerinde bilin.

Hâsılı benim gibi, senin gibi, öteki gibi, beriki gibi gariban bilmeyin yeter…

***

Efendim, günlerden bir gün Akşehir’in beyleri Nasreddin Hoca’yı akşam yemeğine davet etmişler…

Yani sadece Nasreddin Hoca’yı değil, bütün ekâbiri davet etmişler de, o dönemde meşhur olan Nasreddin Hoca da bu davetten nasiplenmiş…

Hocanın pek malda mülkte gözü olmadığı için dışı kalaylı, içi vayvaylı olmayı da bilememiş. Ya da o dönemde henüz anasını boyayıp, babasına satan makyözler ya da estetik uzmanları yokmuş!

Hoca, daveti alınca, akşam yemeği vaktine yakın davete icabet etmiş.

Beylerin konağına adım attığı andan, sofraya oturana kadar hiç kimse hocaya “hoş geldin, beş geldin, ne iyi ettin de geldin” dememiş. Hatta “nasılsın, iyi misin, dolu musun, boş musun” diyen olmadığı gibi, bir tebessümle, başını emme basma tulumba gibi sallamakla da “sıcak” bir diyalogla karşılaşmamış.

Hal ve ahval böyle olunca hocanın canı sıkılmış.

Hocanın canını sıkan kendisinin hesaba alınmamasından çok, şık elbiseler içerisindeki adamların beyler karşısında el pençe divan durması ve onların da bundan nemalanmalarıymış…

Hocaya bir tas çorba bile vermezlerken, beyler ve beylere boyun eğenler koyunun, kuzunun, dananın en has yerinden mis gibi kızarmışından mideye indiriyor, envaiçeşit yiyeceklerle de midelerine ziyafet çekiyorlarmış.

Hoca sinirlenerek oturduğu yerde kalkmış, beyin konağından çıkarak eve gitmiş. Hoş, onun kalkışını, konaktan çıkışını, eve gidişini bile gören olmamış ya da olmuşsa dahi hesaba alan, kayda değer bulan bulunmamış.

Hoca eve varınca “iyi günler” için mi, “kötü günler” için mi sakladığı belli olmayan çok değerli kürkünü sırtına alarak, aynı hiddetle beyin konağına dönmüş ki, ne döne…

Konağın kapısına varmadan “Hocam” diye hitaplar başlamış, insanlar iki büklüm olmuş, yerlere kadar eğilerek saygı göstermiş, buyur almış, hoş geldin, beş geldin, ne iyi ettin de geldin, başımız, gözümüz üstüne diyenler, kalkıp yer verenler ve Akşehir’in en ünlü beyinin, en ünlü paşasının hemen yanı başında kendine yer bulmalar…

Hoca bir anda nasıl olur da üst başa oturduğuna şaşırmış. Daha oturduğu yeri hazmetmemişken, gelen envaiçeşit yiyeceklere hepten bakakalmış.

Ve bizim hoca, yapması gerekeni yapmaktan hiç çekinmemiş.

Kürkünün kolunu eline alarak yemeğe doğru sallamış; “Ye kürküm ye!” diye herkesin duyacağı şekilde bağırmış ve herkes de “Hoca kafayı yedi zahir” diye dikkat kesilmiş.

Tabii beyler de şaşkın. Hocanın yine muzipçe davrandığını düşünerek, “İlahi hoca, hiç kürk yemek yer mi, otur da yemeğini ye” demişler…

Ve Hoca tokat gibi cevabını yapıştırmış; “Bu konağa bir saat önce kürksüz geldim, hiç kimse beni adamdan saymadı. Çıktım yeniden kürkle geldim, itibar gördüm. Demek ki itibarı ben değil, kürk gördü o zaman yemeği de o yesin!”

***

Şimdi devir değişti tabii…

Kürke itibar eden yine var…

Takım elbiseyle “iyi hal indirimi” bile uygulanıyor. Adalet bile seviyor şu mendebur kürkü…

Ama asıl olan o değil…

Yani mevzumuz, Nasreddin Hocanın başına gelip, çoğumuzun belki de hepimizin, başından geçen “şekle bakarak karar verme” değil, bambaşka bir şey…

Şimdi kürkü eline alan, gücü de eline aldığını düşünüyor.

Kürkü eline alan, yemeyi de kendine hak biliyor.

Sadece kendisine değil, eşine, dostuna, kardeşine, oğluna, kızına, teyzesine, kuzenlerine, uzaktan, yakından, çaydan geçerken akraba olduğu herkesin de yemesi gerektiğine inanıyor.

Hak eden, hak etmesi gereken, hak ettiğine inanılan, hak ettiği düşünülenler değil, kürkün sahibine yakınlığına göre işler yürüyor…

Bunun yanlış olmadığına o kadar inanılmış ki, “Kürküm bende, yiyeyim bari” bile demeye gerek görmeden, bizim insanımız da yedirmeye başlıyor.

Yer kürküm ye,

Ye kürkün sahibi ye;

Zehir zıkkım olur bir gün ama,

Ne zaman, işte o henüz belli değil!

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi