İbrikçibaşılığın Âlemi Yok!

 

Zalimlikle geçen bir ömrün sonuna doğru yol alıyormuş. Hani deyim yerindeyse “eski kulağı kesiklerden kim kalmış” ki. Gençliğinde “astığı astık, kestiği kestik”miş. Esermiş, gürlermiş, makamın verdiği bütün olumsuzlukları, makamın vermediklerini de ekleyerek halka zulmedermiş. Osmanlının küçük bir yerleşim yerinde paşaymış ama namı üç kıtaya yayılacak kadar da varmış.

Etrafındaki dalkavukların bini bir para bile etmezmiş.

Halkı sinek gözünde görür, kendisini ise halkın olmazsa olmazı kabul edermiş.

Her şeyin sahibi oymuş, herkes de ona hizmet etmekle yükümlüymüş.

Köyünün sahibi de bizzat kendisiymiş.

Başkasının sahip olmasına, halkın bir sahip aramasına ne gerek varmış, kendisi yetermiş.

Ondan habersiz kuşun uçmasını, tazının kaçmasını, arının vızıldamasını istemezmiş.

Kuş uçarsa haberi olacak, kervan geçecekse önceden bilecekmiş.

Ayağını yere bastığında, her yerin sallandığını, arzın da, arşın da oynadığına inanırmış.

Öyle haşmetliymiş ki, yeri delecek gibi gelirmiş.

Küçük dağları onun yarattığına hükmetmek, onun şanına hakaret olarak algılanır, her şeyin varlığının ondan müphem bilinmesini istermiş.

Bunun da Allah’a şirk koşmak değil, onun şanını yüceltmek olarak görürmüş.

Çok ceviz kırdığını söylemiş miydim hatırlamıyorum, ama yediği önünde, yemediği ardında, olan bütün güzellikler de zaten kendisineymiş.

Herkes de halinden memnunmuş.

Zaten boşuna “özgürlüğün önündeki en büyük engel, halinden memnun kölelerdir” diye dememişler ya…

Ama zaten tebaanın tamamına “kulum” demesi boşuna değilmiş.

Sahibi olduğu insanlara iş de verirmiş, aş da.

Onun artıklarından koca köy iyi bir ziyafet çekebilirmiş.

***

Her şeyi bir başı olduğu gibi, bir de sonunun olduğu muhakkaktır.

Her canlı doğar, büyür ve günü gelince ötelere göç eder.

Mahkeme kadıya mülk değil” diye boşuna söylememişler ya…

Yaptıklarına veya yapmadıklarına göre yargılanması ise mahşerdedir.

Sonunda bir ayağı çukura düşmeye başlamış.

İtibarı yavaş yavaş kaybolmaya, halk her şeyin farkına varmaya başlamış.

Köyün başka sahiplerinin de olabileceği konuşulmaya başlamış.

Hem kimsenin sahip olmasına da gerek yokmuş, halkın kendisi yaşadığı yerin de sahibiymiş.

Her insanın doğuştan kazandığı hakları olduğu kulaklara üfürülmeye başlanmış.

Hiç kimsenin Allah’tan başkasına kul olmaması gerektiği dilden dile dolaşmış.

Kimsenin efendi olmadığı, herkesin kendince bir efendi olduğu ve bunu daha iyi duruma getirme şansları bulunduğunu kavramaya başlamışlar.

Deyim yerindeyse de maymun gözünü açmıştı artık…

Hastayım” dedi, gururunu incitmek istemedi.

Çekildi köşesine.

Parası çoktu, malı ve mülkünün hesabı yoktu.

Ama emredememe bir hastalık haline gelmişti.

Adı duyulmuyor, sanı yürümüyor, onun gölgesinden nemalananların da ekmeği kesilmek üzereydi.

Zulümle abat olunmazdı ama yıllarca zulümle abat olduğunu göstermişti. Bu sözün gerçeğe dönüşmesinin şimdi sırası mıydı?

Kimseye emredemiyor, emrini dinleyen de bulunmuyormuş.

Ne yapayım, ne edeyim” diye günler geceler boyunca düşünmüş, taşınmış, arada sırada kaşınmış da…

Ve sonunda bir çare bulmuş.

O tarihlerde Yeni Cami helaları önünde ihtiyacı olanlara parayla su satan ibrikçiler varmış.

Birkaç eski tanıdığı devreye koyarak helanın önünde kendine bir yer bulup, ibrikçiliğe başlamış.

Ama planı ibrikçilik yapmak değil elbet. İbrikçilikten para kazanmak hiç değil.

Onun tek derdi emir vermek.

On adet ibrik almış, her birini farklı renge boyamış ve önüne dizmiş.

Helanın önünde sarık, kırmızı, mavi, yeşil, mor.. renklerden oluşan on adet ibrikle birlikte müşterisini beklemeye başlamış.

Abdest almaya gelenler veya tuvalete sıkışanlar hızla gelerek yarım mecidiyeyi verip, ilk kaptığı ibrikle tuvalete gitmeye çabalarmış ama…

Hooop!” sesiyle kendine gelirlermiş.

Diyelim vatandaş sarı renkli ibriği aldı.

Bizimki hemen atılırmış; “Bırak onu maviyi al!”   diye.

Adam çaresiz onu bırakır, maviyi alırmış.

Böylece emretmenin hazzına vardığı için mutlu ve mesut bir hayat sürmeye yeniden başlamış.

***

Eski İstanbullular bu hikâyeyi anlatarak, gereksiz yere sağa sola emir veren, insanları yönlendirmeye çalışanlara “İbrikçibaşılık ediyor” demeleri de bundandır. İbrikçibaşı, genellikle ezik, yetersiz yönetici tiplemesine de çok uyar. Eline fırsat verildiğinde aslan kesilenlerin aslında ibrikçibaşından hiç farkı yoktur.

Hayır ya, diğer yazıyı okumayacaksınız, bu yazıyı okuyacaksınız, bunu okuyun, bunu!

***

Susuyorum!

Dün yazımı yazmaya oturdum, şehitleri, anaların gözyaşını, babaların yüreğinde kopan fırtınaları, anlamsız çatışmayı, akan kanın durması için kılını kıpırdatmayanları ve daha neleri neleri yazmaya başladım.

Tam beş defa yazımı sildim ve sonra sustum.

Çünkü hiçbir kelime “odun kafalıların” halini anlatmaya yetmeyecekti.

Hiçbir kelime, hiçbir cümle “ne istiyorsunuz kardeşim, sizin derdiniz ne?” diye haykırmamı anlamalarına yetmeyecekti.

Bu defa teröre ve terörün devamından nemalanan Ergenekon-PKK kardeşliğine “susarak” cevap vermek istiyorum ve susuyorum…

Twitimden seçmeler

Susmak bazen en etkili konuşmadan daha yaralayıcı olabiliyor. Bazen susacaksın, tokat gibi. Acı olsa da susacaksın.

www.twitter.com/naifkarabatak

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi