Hurşitoğlu: “MARAŞLI OLMAK ŞEREF, MARAŞ’I SEVMEK FAZİLETTİR”

Maraş Sevdalısı Ahmet Hurşitoğlu

“MARAŞLI OLMAK ŞEREF, MARAŞ’I SEVMEK FAZİLETTİR”

Ahmet Hurşitoğlu Bey, kısaca kendini anlatırken yaptığı hizmetler karşısında her türlü takdiri hak ettiğini belirtmek isterim. Öyle ki kısaca tanıma fırsatımızda duyduklarımız Kahramanmaraşlı olan herkesi onurlandıracak türden…

Soru: Kısaca kendinizi anlatır mısınız?

ahmet-hursitoglu-01.jpegSayın Avgın,1946 yılında Maraş'ta doğdum. İlk Okul, Orta ve Liseyi Maraş’ta okuduktan sonra İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisinden 1971 yılında  mezun oldum.

Üniversite yıllarında “Maraş Okutma ve Yardım Derneği" nde Muhasiplik, Genel Sekreterlik ve Başkanlık görevlerinde bulundum. 1965 yılında inşaatına başladığımız "Maraş Talebe Yurdu "nu 1970 yılında tamamlayarak hizmete açtık. İsmail Kahraman'ın Başkanlık döneminde MTTB de sosyal hizmetlerde çalıştım.

G. Antep Zırhlı Birlik Keşif Bölüğünde Asteğmen olarak vatani görevimi yaptıktan sonra İstanbul a döndüm. Sultanhamam Gürün Han da "Ulus Kumaş " olarak kurduğumuz firmada toptan kumaş ticaretine başladım.

İki dönem İTO da Meclis Üyeliği ve Meslek Komitesi Başkanlığı yaptım. İTO Başkanı Atalay Şahinoğlu ile beraber "Tekstilkent Yapı Kooperatifi" ni kurduk. 16 sene kooperatifin Yönetim Kurulu Üyeliğini ve Genel Sekreterliğini yaptım. Kooperatif olarak Esenlerde 4000 iş yeri ile 44 er katlı iki plazayı yaparak 3200 üyemize tapularını teslim ettik.

Kenan Seyithanoğlu ve Ahmet Rüştü Çelebi ile Çağ Yayınlarını kurarak 14 ciltlik "Doğuştan günümüze büyük İslam Tarihi" ni yayınladık.

Rusya da 1998 yılında ticari kriz olunca İTO yu temsilen Rusya’nın güneyinde Kafkaslarda ki Rostov şehrine bir heyetle gittim. Orada 80 iş adamı ile "Türk Çarşısı"nı kurduk. Türklere ait 120 iş yeri ile faaliyete başladık.

Rostov da birlik ve beraberlik içinde bulunmak, müşterek hareket etmek amacı ile ROTİAD (Rostov Türk İş Adamları) derneğini kurduk. Derneğin Başkanlığını yaptım. Rusya'dan 2001 yılında İstanbul’a döndüğümde Atalay Şahinoğlu'nun arzusu üzerine faaliyete başlayan Tekstilkentte Genel Müdür olarak görev yaptım. Tekstilkentte TEKSİAD (Tekstilkent Sanayici ve İş Adamları Derneğini) kurarak Başkanlığını yaptım. Tekstilkent içinde Cami olmadığı için Dernek olarak Çarşı Blok'un altında 2000 kişinin Cuma namazı kıldığı Çarşı Camisini yaptık. Kadro olmadığı için 4 sene fahri olarak İmam ve Hatiplik görevini yaptım. Müftülükten kadro alarak resmi görevliye teslim ettim.

Şu anda Esenler Belediyesi ile Başkan yardımcılığı görevini yaptığım "Tekstilkent Cami Yaptırma Derneği" olarak üç katlı Esenler Gençlik Külliyesini ve üzerine 5000 kişilik cami yapmaya çalışıyoruz. Kaba inşaatı bitmek üzere bir aya kadar kubbenin betonlarını da atmış olacağız inşaallah. Evliyim. İki oğlan bir kız üç çocuğum ve üç torunum var.

"EFENDİLER BUNDAN SONRA NAHIR SAATLERİNDE YAYALAR KALDIRIMDAN, İNEKLER CADDEDEN GİDECEK. OLAY ÇIKMAYACAK."

hilton-da-maras-gecesi.jpegSoru: Çocukluğunuzdaki Kahramanmaraş’ı kısaca anlatır mısınız? Bu topraklardan kimler geldi, kimler geçti?

Çocukluğumda ki Maraş; Bir Erzurum türküsünde,

"DÜN GECE YAR HANESİNDE YASTIĞIM BİR TAŞ İDİ

ÜSTÜM YAĞMUR ALTIM ÇAMUR YİNE GÖNLÜM HOŞ İDİ."

Otuz bin nüfusu olan, Fransız işgalinde neredeyse yarısı yakılan, savaşın üzerinden otuz beş yıl geçen bir şehir. Ana yollar Arnavut taşları ile kaplanmış sokakları toprak olan, erkek çocukların dahi grezitten veya çizgili basmalardan fistan giyip gezdiği yıllar.

Pazar sabahları çay, zeytin ve somun ile kahvaltı yapmanın lüks olduğu yıllar. Sabahları bir kazan çorba yapılır. Bütün aile sofranın etrafına oturur Leğene dökülen çorbaya tahta kaşıklar sallanır. Yufka ekmeğin içine peynir veya çökelek koyarak dürüm yapılmış ise ne mutlu...

Çarşıdan sabun, şeker gibi ihtiyaçlar alınır, on beş gün de bir kasaptan et alınır. Maraşlı bir sene dışarıdan hiç bir şey almadan geçimini evdeki stok zahirelerle yapabilirdi.

Evlerin avlusunda genellikle dut ağacı olurdu. Birçok evde inek veya manda (camız) beslenirdi. Sütünden peynir ve yağ elde edilir evin ihtiyacı karşılanırdı. Sabahları erkenden ineklerin sütü sağıldıktan sonra nahıra gönderilirdi. Rahmetli anam, camız beslerdi. Sabahları ben camızın üstüne ata biner gibi oturarak nahıra götürürdüm. Bizim ev Kuyucak'ta olduğu için Şekerli Sarayaltı yolunu takip ederek Şeyh Adil’in orada bekleyen sürüye katardım. Bizim nahırı güden, ufak tefek elinde uzun bir asası olan çoban Memo vardı, O hayvanları boş tarlalara götürür yayardı. Akşamları nahır dönüşü inek veya camızlar kendi başına evi bulurdu.

Yörükselim, Akdere tarafından gelen inekler, Uzunoluk, Boğazkesen caddelerinden geçerek Ulu Cami’nin önüne gelir. Şekerdere tarafından gelenlerle beraber Nahırönü’nde çobanları alır yayılmaya götürürdü. Akdere’den gelen hayvanlar ana caddeden geçmek zorunda olduğu için kalabalıktan bazen ürkerler yayalara çarparlardı. Bu yüzden Belediyeye çok şikâyet olurdu.

İbrahim Öztürk Vali iken vekâleten de Belediye Başkanlığını yapmaya başlamıştı. Şikâyetler çoğalınca buna bir çözüm bulmuşlar. Kaleye çıkan yolun köşesinde rahmetli babamın manifatura mağazası vardı. Bir sabah mağazanın önündeyim, İri yarı zabıta müdürü vardı. Külot pantolon ve çizme giyer havalı bir zabıta Müdürü idi. Zabıta müdürü bizim mağazanın önünde durarak kuvvetlice düdüğünü üfledi. Bütün gözler onda, "Efendiler bundan sonra nahır saatlerinde yayalar kaldırımdan, inekler caddeden gidecek. Olay çıkmayacak."

‘’ESKİ MARAŞ’TA MADDE YOK MANA VARDI…’’

sakip-sabanci-ile-beraber.jpegSoru: Çocukluğunuzdaki Kahramanmaraş’la günümüzdeki Kahramanmaraş’ı mukayese etmek isterseniz, neler anlatırsınız?

Çocukluk yıllarımızda geniş aile vardı. Anne, baba, dede, nine, dayı, amca, hala, teyze, hele emmioğlu, dayıoğlu bir halka sonra "mahallelim" vardı. Şimdi ise çocuk, aile olarak anne ve babasını biliyor. Belki bir zaman sonra kime amca kime dayı denir. Bilemeyecek. Otuz bin nüfuslu Maraş’tan bir milyon nüfuslu Maraş’a gelindi. Elbette bir çok içtimai, sosyal ve ekonomik şartlar değişecek. İnşallah ahlakımız değişmez, Akif'in dediği gibi;

"OYUNCAK SANMAYIN AHLAK-I MİLLİ RUHU MİLLİDİR

ONUN İFLASI EN BÜYÜK ÖLÜM MEVT-İ KÜLLÜDİR."

Çocukluk yıllarımızda yolda giderken, memur çocuklarını hemen tanırdık. Giyimlerinden konuşmasından belli olurdu. İlkokulda talebe olduğumuz yıllar. Emmioğlu Hacı Mehmet bir paket birinci sigarası bulmuş. Doğru bana gelerek sigarayı gösterdi, kimsenin görmeyeceği sakin bir yerde içelim dedi. Genellikle Yahudi Mahallesi’ndeki Sokak sakin olurdu oraya gittik Sokağın başında paketi çıkardı ikimizde birer tane aldık. Kırk yıllık tiryakileri taklit ederek sigaraları yaktık. Öksürerek içmeye çalışıyoruz. Sokağın karşı yönünden gelen bir adam gördük. Baktık akraba veya tanıdık değil. Rahatladık, içmeye devam... Adam iyice yaklaştı, tam önümüzde durdu. Yavaşça elimizde ki sigaraları alarak yere attı ve ezdi. Sonra gözlerini gözlerimize dikerek "Şimdi babanızın yanına gidiyorum. Sigara içmeye utanmıyor musunuz?" deyince biz telaşla "Aman amca bir daha içmeyiz. Ne olur babalarımıza söyleme" dedik. Adam ciddi bir şekilde bizden söz alınca bırakıp gitti. O  günden beri ağzıma sigara koymadım.

Şimdi düşünüyorum o adam bizleri tanımazdı ama bir büyük olarak çocukların zehirlenmesini istememişti. Bizler adeta otokontrol altında idik. Şu anda böyle bir tablo olsa çocukların tepkisi ne olur?..

Günümüzde ki Maraş’ta bencillik, madde ön plana çıkmış. Eski Maraş’ta madde yok mana vardı. Şimdi ise madde var mana yok. Ama her şeye rağmen Maraş bizim sevdamız Maraş bizim rüyamız. Seven insan sevdiğini her hali ile beğenir sever. Aşkta zillet yok izzet var. Nefret yok muhabbet var.

Mecnun yolda gördüğü bir köpeği öpüp koklamaya sevmeye başlayınca Mecnuna "Niçin köpeği böyle seviyorsun?" deyince; ."Onu Leyla’nın köyünde gördüm" der. Kayserili bir tüccar arkadaşım sohbet sırasında orada bulunanlara; "Ahmet Ağabey Maraş'ın köpeğini görse ayağa kalkar" demişti. Maraşlı olmak şeref, Maraş'ı sevmek fazilettir.

‘’KAHRAMANMARAŞ’IN DEĞERLERİNİ TANIMA FIRSATI BANA BİR LÜTUF’’

Soru: Sosyal medyada Kahramanmaraş’ın mümtaz şahsiyetlerine dair çok önemli hatıralar paylaşıyorsunuz. Bu hususta duygularınızı kısaca anlatır mısınız? Bu hatıraları kitaplaştırmayı düşünüyor musunuz?

Sayın Avgın, Ben kendimi şanslı hissediyorum. Zira çocukluk yıllarımda Güllü Hocada okumayı, orada genç talebelere kalfalık ve hafız arkadaşlara ağabeylik yapmayı, Maraş Müftüsü Hafız Ali Efendi’nin vaazlarını dinlemeyi ve onunla özel görüşmeyi, Mehmet Tevfik Kanadıkırık Hocamla tasavvuf sohbetleri yapmayı, Şakir Hoca, Zekeriya Hoca ve oğlu Abdullah Edip Güvenen Hoca, İsmet Karaokur Hoca gibi değerleri tanımayı ve onlarla hem hal olmayı Rabbim bana lütfetti.

Orta Okul ve Lise yıllarımda ,Ahmet Gürünlü (Küp Ahmet), Cemil Yürürdurmaz (Ef Cemil), Mustafa Atatanır (Ayaklı Kütüphane) Müslim Üstünel (Müzik Hocası Fosur), Halit Kurtaran, Vahit Orcan, Müdür Tarık ve yardımcısı Firuz Hoca ve nice kıymetli hocalara talebelik ettik. Bu arada da çok değerli ve kıymetli arkadaş gurubumuz oldu.

Üniversite yıllarında, hem çalışıp hem okuduğum için o dönem İstanbul'a gelen tüm esnaf ve tüccarla tanışma fırsatım oldu. Dernek ve sosyal hizmetlerde görev aldığım için talebe arkadaşlarımla sıkı ilişkilerimiz oldu. Çok şükür hayatta olanlarla hala dostluğumuz devam ediyor. "Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim." Derler. Hamdolsun birbirinden güzel arkadaşlarım oldu. Onlarla iftihar ederim.

Müsaade ederseniz burada bir çocukluk anımı sizlerle paylaşmak isterim. İlk Okul 4. sınıfta iken, Ramazan ayında tabi oruçluyuz. Trenci dediğimiz  (babası tren istasyonunda görevli olan memur çocuklarına taktığımız lakap) Nedret isminde ki arkadaşımız okulda oruçlu olduğunu unutarak su içmiş. Sınıfta "Orucum bozuldu mu, bozulmadı mı?" derken. Ben "Bozulmadı oruca devam et " dedim. Ama sınıf ikiye ayrıldı. Bozuldu, bozulmadı derken ben büyük bir ciddiyetle "Öğle tatilinde Müftü Efendiye gidip soralım" dedim. Öğle tatilinde beş arkadaş toplanarak Çarşıbaşı'nda ki Müftülük binasına gittik. Oradaki görevliye Müftü Hafız Ali Efendiyi sorduk. Dışarıda biraz sonra gelir dediler. Orada oturan yaşlı bir adam "Bir sualiniz varsa bana sorun " dedi. Biz "Müftü Efendiyi bekleyeceğiz" dedik. Adamcağız tebessüm ederek "Çocuklar şöyle oturun" dedi ama biz kapıda ayakta beklemeyi tercih ettik. Müftü Efendiyi tanıdığım için arkadaşlar benim konuşmamı istediler. Biraz sonra cami kapısından Müftü Efendi göründü ben koşarak elini öptüm. Başımı sıvazladı. Diğer arkadaşlarda aynı şeyi yaptı ellerimiz önümüzde duruyoruz. Hafız Ali Efendi hepimizi süzdü bana bakarak tebessüm etti "Hayrola çocuklar" dedi. Benim eline baktığımı görünce tebessüm ederek elini cebine attı. Hepimize bademli şeker verdikten sonra "Bu şekerleri iftarda yiyin ha" diyerek tembih etmeyi unutmadı.

Ben durumu anlattıktan sonra "Hocam ben oruç bozulmadı diyorum. Bu arkadaşlar da bozuldu diyorlar. Hangimiz haklıyız?" deyince rahmetli "Çocuklar unutarak bir şey yerseniz veya içerseniz oruç bozulmaz. Oruca devam edeceksiniz. Sizin orucunuz benim orucumdan da sağlam olur."

‘’İSTANBUL'UN HER KÖŞESİ BİR MEYHANE, HER KÖŞESİ BİR İBADETHANE"

edik-dergisi.jpegSoru: İnanıyorum ki İstanbul’da ilim, irfan, şiir, edebiyat hatta musiki sahasında birçok mühim şahsiyetlerle karşılaştınız, hemhal oldunuz. Bu güzelliklerden de bahseder misiniz?

İstanbul'dan ilk defa Kahramanmaraş'a ziyarete gittiğimde rahmetli büyük amcam bana "Oğlum İstanbul nasıl bir yer? " diye sormuştu. Ben de "Amca İstanbul'un her köşesi bir meyhane, her köşesi bir ibadethane" demiştim. İstanbul'a hangi gözle bakarsan onu bulursun.

Peyami Safa bir makalesinde; "Bakkal dükkânına girersiniz o kadar çeşit arasında ne alacaksanız gözünüz onu arar başka bir şey göremezsiniz." der. İstanbul da Allah bana çok değerli büyüklerimle tanışmayı, görüşmeyi ve o havayı teneffüs etmeyi lütfetti.

İlk tanışma şerefine nail olduğum Necip Fazıl Kısakürek idi. O günden sonra muhabbet halkasına nice değerli büyüklerim dâhil oldu. Her gün bu halkaya yeni ilavelerle katılıyor. Elhamdülillah. Divanyolu’ndan Beyazıt'a doğru giderken solda Merzifonlu Karamustafapaşa Külliyesi var. Orada her cumartesi "Kubbe Altı" sohbetleri yapılırdı. Üniversite yıllarında konuşmacıları takip eder dikkatimi çeken olur ise toplantılara katılır idim. Bir cumartesi günü Kubbe Altında Nihat Sami Banarlı'nın sohbet yapacağını öğrendim. Biz Lise de iken Edebiyat bölümü öğrencileri üç sene Nihat Sami Banarlı'nın kalın Edebiyat kitabını okur idik. Hatta kitap kalın olduğu için elimizde gezdirir hava atardık. Millet o kitabı üç sene okuduğunuzu bilmez hayretle "Bu kadar kalın kitabı nasıl okuyorsunuz ?" derlerdi. Bizim kuşak Edebiyatı Nihat Sami'nin Edebiyat kitabı ile sevdi. En mühimi de Lisede iken Edebiyat hocamız rahmetli Mustafa Atatanır idi.

Nihat Sami Hocayı dinlemek için Kubbe Altına gittim. Sahneye doğru giden koridorun sağında ve solunda sıralar dizilmiş tam karşıda da kürsü hazırlanmış. Ben sağ taraftaki sıranın koridor tarafına oturdum Merakla Hocanın gelmesini bekliyorum. Birden sol omzuma biri çarparak gitti. Baktım ufak tefek hafif kilolu bir adam sahneye doğru gidiyor. İçimden "Ne münasebetsiz adam bir özür bile dilemedi" diye kızıyorum. Adam seri adımlarla sahneye çıktı. Mikrofonu düzeltti. Ben hala içimden kızıyorum. Adam etrafa bir göz attıktan sonra "Ben Nihat Sami Banarlı" dedi. Şaşırmıştım sanki iri yarı, yakışıklı birini bekliyordum. İçimden "Boşuna gelmişim, ilk fırsatta çıkarım" diye düşünüyorum. Aman Allah'ım, sohbetin konusu "Türkçenin güzellikleri" Türkçe nasıl konuşulur, vurgu nasıl yapılır? Âdeta şiir okuyor. Ben Türkçemizin ne kadar güzel, ne kadar ahenkli bir dil olduğunu o gün Nihat Sami Banarlı dan öğrenmiştim. O ufak tefek adam gözümde devleşmişti. Zaman nasıl geçti bilmiyorum. Aklıma geldikçe hürmetle yâd ederim.

Beyazıt'ta Üniversitenin karşısında Marmara Kıraathanesi vardı. Merdivenle çıkılırdı, arka tarafta bilardo masaları vardı. Gençler bilardo oynarken sağlı sollu masalar bir araya toplanır sohbetler başlardı. Oraya bilhassa cumartesi günleri öğleden sonra kimler gelmezdi ki. Necip Fazıl Kısakürek, Prof. Mehmet Kaplan, Ahmet Hamdi Tanpınar. Orası adeta bir kültür merkezi idi. O sohbetler bizi biz yapan bize şekil ve ruh veren özel hazinelerimizdi.

Taksimden Harbiye'ye doğru giderken solda köşede Şan Sineması vardı. Pazar günleri orada Münir Nurettin Selçuk Klasik Türk Musikisi programı yapardı. Biletler bir ay önceden alınırdı. Fırsat buldukça ben de dinlemeye giderdim. Bir pazar günü program normal akışında devam etti. Son olarak Münir Nurettin sahneye çıktı. Güfte Yahya Kemal'in beste Münir Nurettin'in hicaz makamında ki SANA DÜN BİR TEPEDEN BAKTIM AZİZ İSTANBUL şarkısını icra etmeye başladı. Birinci repliği okuduktan sonra sahne karardı seher vakti güneş doğmak üzere, neyzen saba makamında taksim yaptı, arkasından Münir Nurettin'in sesi "ALLAHÜEKBER  ALLAHÜEKBER! ALLAAAAAAAHÜ EKBER  ALLAAAAAAAAAHÜEKBER!"  Aman Allah salonda çıt yok. Uhrevi bir esinti gözlerde yaş gönüllerde hüzün başka buutlarda başka âlemlerde yüzüyorduk...

Yahya Kemal in şu beyti hafızamda canlanıyor;

"Çok insan anlamaz eski musikimizden

Ve ondan anlayamayan bir şey anlamaz bizden."

Divanyolu’ndaki Cevri Kalfa Konağında Ahmet Kabaklı’nın kurduğu "Edebiyat Vakfı" sohbetleri ayrı bir muhabbet kaynağı idi. Hanifi Demirkol abimiz Eskişehir Valisi iken Kabaklı Hoca Vakfa davet etmişti. Hanifi Abi ile beraber toplantıya katıldık. Ahmet Kabaklı Hanifi Abi’yi mikrofona davet ederek konuşma yapmasını rica etmişti. Toplantıdan sonra özel sohbetimizde Kabaklı Hoca kendine has Elazığ şivesiyle esprileri patlatmıştı. Rahmetli Sakıp Sabancı ile ilk tanıştığımızda benim toptan kumaş işi yaptığımı öğrenince gözlerime bakarak "Ağam sen de bizim gibi çapıtcı imişsin" diyerek gülmüştü.

EDİK DERGİSİ ve SERÜVENİ: ‘’BİR DAVAYA GENÇLER SAHİP ÇIKARSA DEVAMLILIK OLUR’’

Soru: Kahramanmaraş’ın ilk dergilerinden olan EDİK DERGİSİ’nin doğum sancılarını bizlerle paylaşır mısınız?

Ali bey kardeşim, Edik Dergisi Kahramanmaraş Okutma ve Yardım Derneği’nin yıllık yayın organıdır.1950 yılında Taksim Belediye Gazinosunda 12 Şubatta yapılan "Maraş Gecesi" nde Üniversite gençleri, geceye espri katsın diye mizah içeren bir sahifelik EDİK adında gazete çıkarırlar. Misafirlerin çok beğenisini alması üzerine her sene toplantılarda Edik Gazetesi tek sahife olarak çıkarılır. 1955 yılından itibaren dergi halinde yayınlanır ve her sene 12 Şubat ta Maraş ta da dağıtılmaya başlanır. O günden beri hamdolsun EDİK dergisi her yıl 12 Şubat ta yayınlanır. Maraş'ın ve Maraşlının sesi olmaya devam eder.

Soru: Edik Dergisi’nin Kahramanmaraş’ın tanıtımına ne gibi değerler katmıştır kısaca bahseder misiniz?

Edik dergisi; Maraş'ı, Maraşlıyı, Maraş'ın örf ve adetlerini, sosyal yaşantısını, ticari ve iktisadi hayatını  mizah ve karikatürle anlatan bir dergidir. Tüm Vilayetlere gönderilerek Maraş'ı tanıtmaya çalışır. Bizim dönemimizde Edik Komitesi Üniversiteli gençlerden oluştuğu için genç kardeşlerimiz gönüllü olarak bu işi daha heyecanla yaparlardı.1999 depreminde yurt hasar gördüğü için yurt'a talebe alınmadı. Dolayısı ile talebeler dağıldı. Edik de Dernek Yönetim Kurulunca hazırlandı, Makale ve şiirlere ağırlık verildi. Şimdi ise Dernek Başkanı Prof. Dr. Ali Malik Gözübol'un şahsi gayreti ve yönetim kurulunun desteği ile Yurt binası temelden modern bir şekilde yeniden yapıldı ve talebe alımına başlandı, İnşallah Korona virüs bittiğinde tekrar yurt binası eski hareketli günlerine kavuşacak. Edik de Üniversiteli gençlerin gayreti ile daha verimli çalışmalara imza atacaktır. Bir davaya gençler sahip çıkarsa devamlılık olur.

Soru: Edik Dergisi’nden kimler geldi kimler geçti. Dergiye yeteri kadar sahip çıkıldığını düşünüyor musunuz?

Edik Dergisi İstanbul da Üniversite tahsilini yapan tüm Kahramanmaraşlı gençlerin sesidir. Onların emel ideal ve heyecanlarının eseridir.

‘’ÇARŞIDA HERKES SENİ GÖRÜNCE CEKETİNİN ÖNÜNÜ İLİKLİYOR. ELİNİ ÖPMEYE ÇALIŞIYOR. SEN KİMSİN?’’

Soru: Elbette birçok hatıranız vardır. Unutamadığınız bir hatıranızı bizlerle paylaşır mısınız?

Sayın Avgın müsaade ederseniz Rusya’da ki bir hatıramı sizlerle paylaşmak isterim. Rusya’da Türk Çarşısı’nı açtığımız günlerde, orada eskiden beri yaşayan bir Türk devamlı bizlerle beraber oluyor. Toplantılarımıza katılıyor, İhtiyacımız olan malzemeleri almak için bize yardımcı oluyordu. Sonradan öğrendik ki bu arkadaş FSB (Eski adı KBB )elemanı imiş. (Rusya da gizli istihbarat servisi) Ne yapıyor isek FSB ye rapor ediyormuş. Bir gün bu arkadaş benimle sohbet sırasında "Abi, siz burada ne kadar kalacaksınız?"dedi. Ben o anda gayri ihtiyar "Gardaşım eskiden dervişler dergâha girdikleri vakit Şeyh Efendi onları nefis terbiyesi için çilehaneye sokarmış. Burada 1001 gün ibadet ve zikirden sonra çıkarılırmış." dedim. O da "Demek uzun süre buradasınız" dedi. Tabi ben bu olayı unuttum. Bu arada 2-3 ay Rusya da duruyorum. İstanbul da ki işlerin takibi için geliyor tekrar gidiyorum.

Rostov’da Ahıska Türkleri ile tanıştık. Onların köylerine giderek sohbet yapıyoruz. Çok candan insanlar sıra ile bizleri evlerine misafir ediyorlar. Aramızda samimi bir muhabbet ve dostluk oldu. Hâlâ da görüştüğümüz dostlarımız var. Aradan iki sene geçti. Pazartesi günleri tatil günümüz olduğu için evde dinleniyorum. Kapının zili çaldı, açtığımda iki sivil bir resmi polis karşımda idi. Sivil olanın biri tercümanmış. Gayet nazik bir şekilde "Bazı konularda sizin fikirlerinizi almak istiyoruz. Bizimle beraber emniyete kadar gelebilir misiniz?" dedi.  Ben "Memnuniyetle" diyerek elbiselerimi giydim. Aşağıda bekleyen resmi arabalarına binerek büyük beyaz bir binaya geldik. Beni girişin sağındaki bir odaya alarak beklememi söylediler. Odanın her tarafı tamamen beyaz mermerle kaplanmış. Oturulacak yerler dahi mermer. Bir köşeye oturarak beklemeye başladım. Ara sıra birileri giriyor çantasındaki evrakları veya elbisesini toparladıktan sonra çıkıyor. Bu arada enteresan, içeriye girip çıkan bazı bayanları tanıyorum. Çarşıdaki Türk firmalarında çalışan tezgâhtarlar. Hemen hemen her firmada FCB’nin elemanı çalışıyormuş. Benim de sekiz Rus tezgâhtarım vardı. Onlardan gelen olmadı ama muhakkak içlerinde burada çalışan vardı. Biraz sonra beni üst katta bir odaya aldılar. Benimle gelenlerin haricinde masada sarışın zayıf bir genç oturuyordu. Bu ekibin amiri olduğu her halinden belli idi. Konuşurken sakin olmaya çalışıyor ama her an patlayacak bir bomba gibi... Bana niçin Rostov a geldiğimizi ne yapmak istediğimizi sordu. Ben de Rostov Belediyesi’nin daveti üzerine geldiğimizi, ticari bağlarımızı artırmaya çalıştığımızı anlattım. Rostov a malları nasıl getirdiğimizi gümrük işlerini sordu. Ben de sizin Rus tüccarlar nasıl getiriyor ise biz de aynı yollardan getiriyoruz dedim. Sonra birden bana "Çarşıda herkes seni görünce ceketinin önünü ilikliyor. Elini öpmeye çalışıyor. Sen kimsin?" sesi dik ve oldukça sinirli idi. Ben sakin bir şekilde "Biz Türkler büyüklerimize saygı gösterir elini öperiz. Çarşıda en yaşlı Türk benim aynı zamanda burada ki Türk derneğinin başkanıyım. Eğer bu gençler bana saygı göstermez ise ben bunları döverim." deyince, adam sinirle elini masaya vurarak bir şeyler söyledi. Tercümana "Ne diyor?" diye ısrarla sormama rağmen tecrübe etmedi, geçiştirdi.

Sonra bana Türkler ne yapıyor, malları nasıl getiriyor, gümrük yapıyorlar mı? diye her hafta onlara rapor vermemi söylediler. Ben de "Ben buraya bu yaştan sonra ihbarcılık yapmaya gelmediğimi, ticaret için burada olduğumu anlatarak, istemezseniz ülkemize döneriz bizi siz davet ettiniz ve geldik." dedim.

Daha sonra, Nurculuk ve Vehhabilik hakkında bilgim olup olmadığını sordular. Uzun bir sessizlik oldu. Sonra kendi aralarında konuştular. Masadaki kalın bir dosyayı açarak bazı evrakları birbirine gösterdiler. Meğer o kalın dosyada benim hakkımda yaptıkları istihbarat belgeleri varmış. Türkiye de hangi dernek hangi vakıf ve ticari işlerim varsa hepsi orada kayıtlı imiş. Bana Türkiye'de bu kadar sosyal olan bir adam, buraya gelip üç mağazanın peşinde dolaşmaz. Muhakkak senin bir görevin var ama ne? Sonradan öğrendim ki Rostov’a Çeçenistan yakın olduğu için benim oraya özel olarak geldiğimi, Türkiye'den gelecek yardımları buradan Çeçenistan'a aktardığımdan şüpheleniyorlarmış. Muhtelif zamanlarda yine FCB ye davet edildim. Her görüşmemizde sinirler geriliyor ama yine gönderiyorlar.

FCB’nin Rostov’da ki en büyük yöneticisine General diyorlar. Bizim çarşıda deri işi yapan Gürcistanlı bir tüccar vardı. Ara sıra bana FCB den haber getirirdi. Bir gün telaşla gelerek "Abi General çarşıya gelecek. Seni görmek istiyormuş. Eğer buradan bir şey beğenir ise para alma ben hediye edeceğim "dedi. Bir saat sonra uzun boylu atletik vücutlu yakışıklı bir adam ve yanında eşi ile beraber mağazaya girdi. Arkasında da bizim Gürcistanlı elleri önünde bana alaka göstermem için işaret ediyor. Hoş geldiniz diyerek bir şeyler ikram etmek istedim. O kabanlara ve diğer giyim eşyalarına bakmaya başladı. Güler yüzlü samimi bir havası vardı. Bir kaban hoşuna gitti eşi de çok beğendi. Bedelini almak istemedim ama kabul etmedi yarı fiyatına ısrarımız üzerine kabul etti. Bu arada çarşıda herkes bana ağabey dediği için Ruslar da ağabey diyorlar. FCB elemanları bile ağabey demeye başladı. Orada çalışan bir Türk bana "Abi nihayet FCB elemanları da sayende Ahmet Abi demesini öğrendi" demişti.

Aradan aylar geçti. Bir gün FCB de toplantı yapılıyor. General benim hakkımda "Samimi ve iyi bir insan ama yukarıdan (Moskova) talimat var. Emirleri yerine getireceğiz." diyor. İki gün sonra beni FCB’ye davet ettiler. "Senin bütün iş yerlerine biz yardımcı olacağız. Elemanlarının bir sıkıntısı olursa bize gelsinler. Lakin seni burada istemiyoruz. Sen burada İslam misyonerliği yapıyorsun. Yirmi dört saat içinde Rusya'yı terk edeceksin. Yoksa zorla uçağa bindirir göndeririz!" Pasaportumu aldılar. "Hava alanında gümrükten geçerken pasaportunu alırsın" dediler. İki günde elemanlarıma gerekli talimatları vererek, arkadaşlarla vedalaştım. Havaalanına gittim. Sivil polisler uçağa binene kadar takip ettiler. Uçakta pasaportuma baktım. Kırmızı mühür basılmış “Beş yıl Rusya’ya girmesi, vize verilmesi yasak” diyordu.

İstanbul’a geldiğimde acaba Rusya da ne kadar kaldım diye aklıma geldi. Pasaportu çıkardım. Rusya ya gidip kaldığım günleri yazarak topladım yekûn müthiş idi 1001 gün... Hemen seccadeyi sererek şükür secdesine kapandım. Ellerimi açarak "Ya Rabbi! İnşaallah Rusya benim çilehanem olmuştur. Kabul buyur." diye gözyaşları ile dua ettim.

Her insanın hayatında çile günleri var. O günleri tefekkür ederek yâd edelim, şükredelim. Koruk çile çekmedikçe, güneşte yanmadıkça tatlanmaz.

Soru: Son olarak okurlarımıza vereceğiniz mesajınız

Yunus un divanından bir parça ile veda etmek isterim;

BİZ DÜNYADAN GİDER OLDUK, KALANLARA SELAM OLSUN.

BİZİM İÇİN HAYIR DUA, KILANLARA SELAM OLSUN.

ECEL BÜKE BELİMİZİ, SÖYLETMEYE DİLİMİZİ

HASTA İKEN HALİMİZİ, SORANLARA SELAM OLSUN.

AŞIK YUNUS SÖYLER SÖZÜ, KAN YAŞ İLE DOLDU GÖZÜ.

BİLMEYEN NE BİLSİN BİZİ, BİLENLERE SELAM OLSUN.       

Sevgili Ali Avgın Bey, beni Kahramanmaraş ve Kahramanmaraşlılarla buluşturduğunuz için en kalbi selam, sevgi ve muhabbetlerimi lütfen kabul buyurun.

Bu güzel sohbet için biz de sizlere çok teşekkür ediyoruz. Bizi mazimizle buluşturdunuz, yaşadığınız ibret dolu hatıralar arasında gezindirdiniz. İnşallah yeniden görüşmek ümidiyle, sağlıklı ve huzurlu günler geçirmenizi niyaz ediyorum. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ali AVGIN Arşivi