Doğal olsun ama lüks olsun!

Doğal yaşam özlemi, şehrin stresini yaşayan her insanımızda var. Bir de buna beslenmeyi eklediğinizde, doğallık dört elle sarılacak bir değer olarak ufukta öylece duruyor.

Belki uzatsak elimizi alacağız, tutacak, dokunacak, ağzımıza götüreceğiz.

Ancak, bazı saplantılarımız buna engel.

Dün Canan Karatay’ın bir tweetini görünce aklıma geldi; doğallığı seviyoruz ama lüks takıntısından da vazgeçemiyoruz.

Karatay, gördüğü kahvaltı sofrasına hayli şaşırmıştı.

Yahu” diye sormadan edemiyordu; “nasıl bir köy kahvaltısıymış bu?

Gerçekten nasıl bir köy kahvaltısıymış.

Ona geleceğim ama önce bizim kahvaltılara bakalım…

Biz, bir zeytini dört kez ısırarak kahvaltı eden bir neslin evlatlarıyız.

Bizim soframızda ya peynir olurdu ya zeytin ya reçel ya başka şey.

Hepsi birden olmazdı; o kadar çılgınlık yapacak zenginliğe sahip değildik.

Belki domatesi tabağa dizer, yanına patlıcan koyar, biberi de şişe geçirip, fırına verirdik. Bizim için “önemli” kahvaltı buydu, jambonu hem bilmezdik, hem de gördüğümüzde iğrenirdik.

Biz, sütü haftada bir kahvaltıda içen bir neslin evlatlarıyız; sadece ekmek ve katık olarak süt.

Allah mekanını cennet etsin, rahmetli babam sütle kahvaltı etmeye bayılırdı; bu onun için en lüks, en haz alınacak kahvaltıydı demek.

Acı seven millet olmamıza rağmen, babam “tatlı” seven birisiydi ve acıyla arası hiç hoş değildi. O nedenle de süt, onun için sofradan eksik edilmeyecek içecekti.

Eskiden beri acı sevdiğimden benim için sabah kahvaltısında acı biber ve peynir vazgeçilmezdi ama payımıza düşen de bazen birkaç adet zeytin olurdu.

Kalabalık bir aile olduğumuzda, zeytini idareli kullanmayı da bilirdik.

Çok iyi hatırlamıyorum, bize öğretilen mi oydu, yoksa kardeşler arasında bir yarış mıydı; bir zeytini en çok kim daha fazla ısıracaktı?

Bir ısırık ve ardından bir parça ekmek, bir yudum çay…

Normali tek seferdi…

İdarelisi iki defada yemekti.

Daha tutumluysan üç; eğer imkanın yoksa dört…

Ve biz, bir zeytini dört kez ısırarak kahvaltı yapan bir neslin evlatlarıydık.

Genel olarak ise kahvaltı sofrasının vazgeçilmezi en doğal haliyle yapılan peynir, en doğal haliyle soframıza gelen zeytin ve en doğal haliyle bahçelerimizin ürünü olan domates, biber, patlıcan gibi kahvaltıda yenilebilecek ürünlerdi.

Merhum annemin yaptığı reçellerin ise tadına doyum olmazdı; hele de gül reçeli…

O zaman “köy yoğurdu” demezdik, çünkü doğal yoğurt her köşe başında vardı ve benim sabah kahvaltısında en sevdiğim yiyeceklerden birisiydi.

Tokuşturmasından mıdır nedir bilmem ama halen yumurtayı çok severim ve hep tokuşturduktan sonra soymayı isterim…

Domates ve biber kavurması da sofraların vazgeçilmeziydi.

Adıyaman’da, kuru sebzelerden yapılan, içinde domates, biber, patlıcan ve kavurma bulunan karışım da en sevileniydi…

O zamanlar sucuk, salam, sosis kahvaltı da pek görülmezdi, doğrusu çok da bilinmezdi. Onun yerine kavurma vardı, az yağda kızartılanı ve bir de üstüne yumurta kırılanı…

Bütün bunların tamamı “evde ve elde” yapılandı…

Bazısını annemler yapardı, bazısını bu işin ticaretini yapan yakın komşularımızdan alırdık.

Belki de o zaman bize hiç uymayan -adı lazım değil- bir margarinin ekmeğe sürülüp yenmesiydi ki, sonra bunu tereyağıyla değiştirdik de doğallığı koruduk…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi