Benim Gözümden Ahmet Altan

Yıllar yıllar önceydi. Takvimler 1950 yılının 2 Mart’ını gösteriyordu.
Bendeniz Ankara’da Dr. Zekai Tahir Doğumevi’nin özel bir odasındaydım.
Kerime’cik yorgun bir yüzle yatakta yatıyor bana gülümsüyordu, yanında yeni doğmuş bir bebek vardı.
* * *
İlk kez yeni doğmuş bir bebek görüyordum.
Bebeğin yüzü yarım kurabiye kadar ve hafif buruşuk gibiydi, gözleri kapalıydı.
O, benim oğlum Ahmet Altan’dı.

23 yaşındaydım ve baba olmuştum.
Babalık bol bir elbise gibi duruyordu üstümde.

Baba olmayı yeterince tam beceremediysem bile; onlara layık olmaya elimden geldiğince özendim.
* * *
Ahmet Altan, yaş günün kutlu olsun.
Garip bir rastlantı, Solmaz Kamuran’ın da bugün yaş günü; hiç kutlamadan olur mu?
* * *
Tekerlememsi bir deyim vardır:
-Bunu yazan bir rüzgâr, kendi gitti ismi kaldı yadigâr, diye.
* * *
O kadarcık bir yadigâr dahi kalmıyor bazen; bilinemez ki...

Böyle anlatmıştı Çetin Altan oğlu Ahmet’i.

Yazdığı gibi de oldu köşe yazılarının zirvesi, sözcük işçisi Çetin Altan’ı kaybettik geri de oğulları kaldı.

2008’de Kültür Sanat Büyük Ödülü’nü “Bugün mutlulukla ifade ediyorum ki Türkiye ne Çetin Altan’ı 300 kez mahkeme kapılarına çağıran ve düşünceyi mahkûm eden bir Türkiye’dir ne de Nazım Hikmet’i 12 yıl boyunca hapishanelerde tutan Türkiye’dir. İyi ki varsınız” diyen dönemin başbakanından almıştı.

Kendisi ise büyük bir tevazu ile yaptığı konuşmasını “Ben böyle şeylere alışık değilim, herkes kuşkuyla bakar yazı adamına. Vatan haini galiba! diye bitirmişti.

Çetin Altan’ın peşini bırakmayan hukuksuzluklar oğullarını da bırakmadı elbette.

Yöntem, niyet ve zihniyet değişmeyince, sonuç da değişmiyor.

Çetin Altan’a ödül veren siyasi iktidar hala iktidarda.

Çetin Altan hayatta olmadığı için mahkeme kapılarını aşındırma sırası oğullarına geçti.

Ne yalan söyleyelim hakkını da veriyorlar doğrusu.

Bilhassa Ahmet Altan babasından aldığı mirası aldığı yasaklar, gözaltılar, tutuklamalar ve cezalarla taçlandırıyor.

1985 yılında çıktığı hafta iki baskı yapıp listelerde ilk sıraya girip büyük ses getiren “Sudaki İz” romanı müstehcen olduğu gerekçesi ile toplatılıp yakıldı.

17 Nisan 1995’te Milliyette yayınlanan “Atakürt”  başlıklı Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu kurgusal bir yazısı nedeniyle DGM’de yargılandı, hapis cezasına çarptırıldı, gazete ile ilişiği kesildi.

1995 yılında Neşe Düzel ile birlikte hazırladığı “Kırmızı Koltuk” isimli programı bir siyasi nedenlerden dolayı yayından kaldırıldı ve programdaki söylemleri nedeniyle bir buçuk yıl hapis cezasına çarptırıldı. 

Eylül 2008'de  Tehcir ile ilgili kaleme aldığı yazısı Türklüğe hakaret ile suçlandı.

4 Ocak 2012'de Roboski Katliamı ile ilgili kaleme aldığı “Devlet Yardakçılığı ve Ahlak” başlıklı yazısı sebebiyle 1 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırıldı.

Mart 2012 tarihli “Alaturkalık” başlıklı köşe yazısı nedeniyle hakkında 30 bin liralık tazminat davası açıldı.

Eylül 2015’de bir tv programındaki ifadeleri nedeniyle hakkında soruşturma başlatıldı.

Eylül 2016’da Balyoz davasındaki kumpas iddialarına ilişkin İstanbul Cumhuriyet savcılığınca hakkında 51 yıl hapsi istendi.

Ve daha nice sansürler, davalar, işten atılmalar…

Son olarak da "silahlı terör örgütüne üye olmak" ve "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs" suçundan darbe soruşturması kapsamında tutuklandı.

Sözü uzatmadan söylemek gerekirse Ahmet Altan’ı her şeyle suçlayabilirsiniz ama darbecilikle suçlamak en basit tabiri ile aymazlık ve kendini bilmezliktir. Savunduğu fikirlere katılmayabilir, topluma zarar verdiğini düşünebilir, hatta nefret de edebilirsiniz. Ama Ahmet Altan’la ilgili söylenemeyecek bir şey varsa o da askeri darbeye çanak tuttuğu ve bunun bir parçası olduğunu iddia etmektir.

Altan’ın ciddi manada okuru olan biri zaten bu iddiaların kara bir mizah olarak hukuk tarihine geçeceğini bilir.

Altan, pek çok başka gazeteci gibi hukuki değil siyasi gerekçelerle tutuklandı. Şu an ki tutuklamanın tek gayesi darbe sonrası oluşan ortamdan fırsatçılıkla muhalifleri susturma, korkutma ve sindirme çabasının bir tezahürüdür. Zaten belkemiksiz, karaktersiz, ilkesiz kendini aydın sanan çoğu pragmatist de geçmişten bugüne taşıdıkları Altan nefreti ve öfkesi hasebiyle hangi gerekçelerle hapse atıldıkları üzerinde zihin bile yormadan içlerinden bir oh çekmekle meşgul. İçten içe sevinenler sıra kendilerine geldiğinde ne yapacakları bu süreçte en çok merak ettiğim husus. Kaldı ki böyle giderse oh çekecek kimsede kalmayacaktır.

Okuru olmayanlar için şu satırlarından haberdar olmak yetecektir sanırım:

“Darbelerden ve darbecilerden iğrenirim.

Kendi halkına ihanet eden kalleşlerdir onlar.

Öfkem hiç bitmedi, hiç bitmeyecek.

Ben unutmadım çünkü ben asla unutmadım.

Unutmaktan medet umanlar unutsun olanları.

Onlar alkışlasın darbeleri, onlar alkışlasın Ergenekonları, onlar alkışlasın muhtıraları. Onlar darbeci sürüngenlerin arasında, belkemiklerini kırıp, arkalarında yapışkan izler bırakarak bir iktidar hayaliyle sürünsünler.

Biz unutmadık, biz unutmayacağız.”

Darbe planları yapanlardan, "ben AKP'ye karşıyım, AKP yıkılacaksa darbe olsun" diyen ve kendini solcu sanan belkemiksiz sefillerden, darbe yolunu açmak için kaos yaratmaya uğraşan alçaklardan, bütün darbecilerden, işbirlikçilerinden, kışkırtıcılarından  iğrenirim.

“AKP’lilere sormak istiyorum. Neden böylesine büyük bir korkuya kapıldınız? Yüzde ellilik bir seçmen desteğiniz var, darbe sırasında nerdeyse bütün toplum etrafınızda toplandı, iktidara büyük bir kredi açıldı, toplum darbeyi sokaklara çıkarak önleyip büyük bir efsane yarattı. Çok daha güvenli ve sakin olmanız gerekmiyor mu? Eleştiri karşısındaki bu tahammülsüzlüğünüz nedir? Yaptıklarınızın doğruluğundan eminseniz neden eleştirilere karşı kendi fikirlerinizi açıklayıp tartışamıyorsunuz? Eleştirilerden bu kadar çekinmeniz sizin de yaptıklarınızdan pek emin olmadığınızı, siyasetinizi dürüst ve eşit tartışmalarda savunmaya gücünüzün yetmeyeceğine inandığınızı göstermiyor mu? Yaptıklarınızın doğruluğundan emin değilseniz neden yapıyorsunuz? Doğruluğundan eminseniz neden tartışamıyorsunuz? Neden herkesi susturmak istiyorsunuz?  Gözlerini kapayınca dünyanın kaybolduğuna inanan bir çocuk gibi mi davranacaksınız? Politikalarınızı eleştiren herkesi susturunca, bu politikalar birden hayırlı bir sonuç mu verecek? 

Sanırım AKP’nin net bir karar vermesi gerekiyor.

Bu rezil darbenin bastırılmasından, siyasette her fikrin, her görüşün âdil bir şekilde yarışacağı, herkesin kendini bu ülkenin birinci sınıf vatandaşı hissedeceği, güvenli ve demokratik bir toplum yaratmak için mi yararlanacağız?

Yoksa AKP bu darbe girişiminin bastırılmasını, bütün muhaliflerini susturmak, muhalefeti yok etmek, demokrasi yanlısı herkesi dışlamak, hukuku yok saymak için bir bahane olarak mı kullanacak?

Neden o muhteşem direniş hikâyesinden, o hikâyeyi daha da parlatacak bir özgürlük yaratmayı tercih etmiyorsunuz?

Neden hikâyenizi gölgelendiriyorsunuz?”

Ne yazsam, nasıl yazsam, düşüncelerimi nasıl ifade etsem diye düşünüyorum onun kadar etkilisini, onun kadar dokunaklısını yazabileceğimi sanmıyorum. Hep de öyle olmadı mı zaten, hep kıskanmadım mı eşsiz psikoloji betimlemeleriyle dolu eserlerini. Sözcükleri hiçbir zaman onun kadar ustaca dans ettiremeyeceğim hakikati ile yüzleşmedim mi her yazısında.

Aslı Erdoğan’ın deyişiyle yorgun düştü sözcükler…

Çok ayrı düştük, çok hem fikir olduk…

Çok kızdım çok hayran oldum.

Bazen uzak bazen yakın hissettim.

Ama değişmeyen tek şey yazılarına olan merakım oldu.

Gündem ve olaylar üzerine kaleminden dökülecek sözcüklerine olan merakım hiç bitmedi.

Ne söyleyeceğini önceden bildiğim yazılardan yazarlardan hep uzak durdum.

Bu konuda beni şaşırtan birkaç yazardan biridir Ahmet Altan.

İktidarla, toplumla en çok da okuruyla çatışan yazılarını sevdim.

Kimsenin savunamadığı, dillendirmeyi dahi göze alamadığı konularda kalemini sakınmadan adeta bir balta gibi kullanabilmesini sevdim.

Askeri vesayetin hüküm sürdüğü zamanlarda vesayete karşı duran yazılarını sevdim.

Baş örtüsü saçmalığını keskin bir şekilde eleştirdiği yazılarını sevdim.

Kürt sözcüğünün telafüz dahi edilemediği 90’larda Kürt haklarını korkusuz bir biçimde savunabilmesini sevdim.

Hükümetin reformist eylemlerini destekleyip, otoriter tutumlarını eleştirmesini sevdim.

Bu coğrafyanın ötekileri ile empati kurduran yazılarını sevdim.

Gerek yazılarında gerek konuşmalarında sözünü hiç çekinmeden söylemesini sevdim.

Amerika’dan canlı yayınla katıldığı bir tv programındaki şu sözleri netliği ve duruşu hakkında az çok bir izlenim edinmemizi sağlar sanırım.

“Ahmet Bey merhaba,. Amerika’dasınız şu an, oradan bakınca Türkiye nasıl görünüyor?

-Türkiye çöplüğü andırıyor.

Efendim bu biraz ağır bir ifade olmadı mı?

Yok yok tam anlamıyla bir çöplüğe benziyor.”

İlk eserini kaleme aldığında 27 yaşındaydı. Dört Mevsim Sonbahar, Sudaki İz, Yalnızlığın Özel Tarihi, Gece Yarısı Şarkıları, Kılıç Yarası Gibi, İsyan Günlerinde Aşk, Aldatmak, Kristal Denizaltı Ve Kırar Göğsüne Bastırırken, Aldatmak, En Uzun Gece, Tehlikeli Masallar, İçimizde Bir Yer, Bir Hayat Bir Hayata Değer, Son Oyun, Ölmek Kolaydır Sevmekten…

300’ü aşkın düşünce mahkemesiyle her gün işe gider gibi hayatını mahkeme kapılarında aşındıran bir babanın oğlu Ahmet Altan.

Suya sabuna dokunmayan yazarları bilemem ama arı kovanına çomak sokan düşünce insanlarının bu ülkede ne devlet nezdinde ne de toplum nezdinde bir yer edindiğine şahit olmadım bu ülkede.

Bu dışlanmışlıklarını, ötelenmişliklerini de hep bir onur madalyası olarak yorumladım.

Bu sebeple gözaltılar, tutuklamalar biz sıradan insanlar için zordur.

Bu süreçler, hakikati pusula edinmiş entelektüeller için bir onur madalyasıdır.

Onun ismi üzerinde bir gürültü varsa o da çomak soktuğu kovanlardaki arıların vızıltısıdır. 

Düşüncelerini, tarzını, üslubunu beğensek de beğenmesek de Altan bu devletin, bu toplumun ötekileştirdiklerinin/ötekilerinin vicdanıdır. 

Hakikati bilmekten ziyade onu dillendirebilme cesareti sergileyebilmektir erdem. Ve yalnızlığı göze almak, dışlanmayı kabullenmektir. Çünkü hakikat acı verir yalnızlaştırır insanı…

Bu süreçte zihnimi en çok meşgul eden soru kalemi eline aldığı günden bu yana haklarını savunduğu ötekilerin nerede olduğu, neden sustuğu?

Yalnızlık, yoksa bu topraklarda düşünürlerin değişmez yazgısı mı?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mehmet GÜLER Arşivi