A.Süreyya Durna

A.Süreyya Durna

Afşin’de Bir Efsane

ANILARIMDAN

 –Doğan Bozkurt--

Anadolu gezgini oluşumuzdan dolayı uğradığımız birçok yerlerde, mutlaka ilk sorulan kişi Doğan Bozkurt olur genellikle. Buna defalarca tanıklığımız söz konusudur. Her halükȃrda onun destanımsı mertliğinden, bonkörlüğünden ve cana yakın kişiliğinden dem vurulur.
 Yanılmıyorsam bir Ankara yolculuğumuz esnasındaydı. Kırşehir civarlarında seyir halindeyken, Afşin Tur’u sinyalle sollayarak az ileride “dur!” işareti vermişti iki katlı otobüs. Kocaman harflerle “Beydağı” yazıyordu arkasında. İnen, iri kıyım yakışıklı bir adamdı içerisinden. Arabamıza doğru yaklaşarak, ön kapıdan nezaketle selam verdikten sonra;

       “Sayın Afşinliler, aranıza Doğan Bozkurt’un kokusunu almaya geldim. Has ahbabımdır kendisi. İnşallah, sağ salim döndüğünüzde selamımı iletirseniz sevinirim.” demişti. Bizler de Afşin ve Afşinliye yaraşır bir şekilde mukabelede bulunmuştuk, ayaküstü misafirimize. Artı derecede gururlanmıştık. Yıl -1977.
***
Salt ezilmemiz ve manevi işkence görmemiz hususunda müseccel bir koğuşa aktarılmaktaydık, “Konya Cezaevi”nde. Yolu oraya düşenler bilir, az buçuk “dam” şartlarını. Bir resmi, bir de gayr-i resmi kurallar cȃridir buralarda. Ensesi ve arkası kalın olanlar ya da “idarehane”ye yakın duranlar, ranzadan talimat yağdırırlar garibanlara. Paspas yapmak, ağaların volta ayakkabısını parlatmak, sözüm ona tuvalet temizlemek ve bilumum getir götür işleri tekmil bu alt kademenindir. Koğuş ağalarının direktifi ve inisiyatifi, bir nevi kanun hükmündedir her zaman.

Tabir-i caizse eğer, yenilmeyen ve gemlenmeyen bir tabiata sahibiz an itibariyle. Herkes de öyle kabulleniyor zaten. Amil faktör ise Uzakdoğu sporlarıyla aşinalığımızdır. Tabii arkamızdan ve ensemizden kalleşçe metalik bir darbe olmazsa, teknik yumruk ve tekme işinde elimize su dökecek babayiğit çıkmamaktadır. Ama bizimkisi durduk yere değildir elbette. İş iyice şirazesinden kaydığında, zoraki savunma amacına yöneliktir sadece. 

       Ha bazen topluca ve ansızın tepemize çullananlar tarafından, kafamızın gözümüzün şiştiğini de erkekçe söylemeliyim. Fakat hepsinin de rövanşı ve bedeli, soluklanarak alınmıştır mutlaka. 

 Çocukluk ve gençlik dürtüsüyle harman yerinde ya da köy meydanında güreş tutmamızın (erişmemizin) dışında, hüner sergilemişliğimiz yokken; koğuşta bulunan herkül cinsi adamları yufka ekmek gibi evirip, çam gibi devirmekteyiz. Ne “çangal”dan anladıkları var, ne de “yanbaşı”dan haliyle. 

 İlla da “dalma”mızdan korkmuş vaziyetteler. Çünkü volta merkezinin beton zeminine öyle fena çarpıyoruz ki, kalkamıyor birçoğu. Adeta kamyon çarpmışa benzetiyoruz herifleri. Demek ki Maraşlılık böyle bir şeydir diyorum kendi kendime. 
 Müseccel koğuşa daha ilk adım attığımızda, tepeden ve amiyane tarzda sorgulamaya kalkışıyorlar ağa ve şürekâsı. Devamındaysa, “nerelisin?” suali. Fakat hepsi de laf olsun mukabilinden. Haricen kurnazca gözdağı verme ameliyesi… İçgüdüsel boyutta anlıyoruz maksatlarını. Evvelemirde gayet sakin ve yapımız gereği munis davranıyoruz muarızlarımıza. Fakat acemisi sayılmazlar bize sorduklarının. Aslında çok iyi bilmektedirler yönümüzü, yöntemimizi, ünümüzü vs.

 Zira adettendir daha bir mahkûmun gerek dışarıdan, gerekse içeriden içeriye nakli esnasında; teşrifinden önce çapının bilinmesi… Gölgesi çabuk düşer loş ve karanlık koğuşlara… Güçlüyse bir tedirginlik başlar, gedikli ağalarda mütemadiyen. Postu deldirmek istemezler velhasıl. Ve sanki bir kuma şeklinde görürler, mezkûr zevatı.

“Kahramanmaraşlıyım” yanıtıyla yetinmiyor, pos bıyıklı heyulȃ. İçbükey suale geçiş yapıyor ve kekremsi bir dil ile; “Kahramanmaraş’ın neresindensin?” tevcihinde bulunuyor. “Afşin ilçesindenim” yanıtını alınca; “Doğan Bozkurt’u tanır mısın?” diyor bu seferde.

 Çok yakından tanıdığımızı söylüyoruz, müseccel koğuşun Tatar Ramazan’ına. Devamındaysa ne derece tanıdığımıza dair, teste tabi tutuluyoruz ha bire. Tüm dokümanlarımızı orta yere koyuyoruz bihakkın. Kazanınca da, dokunulmazlık zırhına bürünmek suretiyle kaynaşıp kucaklaşıyoruz oradakilerle. 

Arada bir; “Sen bize Doğan Bozkurt’un emanetisin.” kıvamında yoklama çeken ağaya ve şürekâsına; farzedin ki öyle değilim, şımarıklığında bulunmuyoruz kesinlikle. Onu gıyabında yüceltmeyi borç telakki ediyoruz kendimize. Yıl - 1973
***
 İlinden kat be kat büyük bir liman şehrinde, siyasi bir partinin (ismi lazım değil) ilçe başkanlığını yürütmekteyiz. Hem de toy çağımızda, 27 yaş civarında… Çankaya’yla kardeş ilçe ilan edilmekteyiz çalışkanlığımızla.
 Ankara bürokratlarıyla da aramız fevkalade. Rahmetli Tiyatrocu Mehmet Bilgin’e tavassut göreviyle meşgulüz Kültür Bakanlığı nezdinde. Sabahın köründe ve soğuğunda Ankara’nın meşhur otogarındayız erkenden. Vakit geçirme ve içimizi ısıtma düşüncesiyle yine meşhur gar kıraathanelerinden birine doğru yönelirken; partinin Marmara bölge müfettişi de takılıyor bize. Galiba Bursa’dan geliyormuş teftişten. 

 Adam, ya geceden kalanları yeni savdığından ya da kıraathaneyi yeni açtığından etrafı temizliyor usulca. “Usta üç çay” deyişimizi duymuyor bile. Duymak istemiyor belki de… Elindeki fırça süpürgeyle üstümüze taraf tozutuyor durmadan.

Tiyatrocu Mehmet Bilgin için kavga, düğün bayram tadındadır öteden beri. Bir açık kapı bulsun yeter ki… Zorlu dövüşken tiplerden hâsılı… 

 Profilden tanıdığımız parti müfettişi de öyleymiş meğerse. İçlerinde benden akıllısı (!) yok gibidir bakıldığında. Yani akılsız akıllılardanız doğrusu. Tek akıllı yanımız, mecbur kalmadıkça kavgadan kıtalden uzak durma özelliğimizdir.

 Burada yine ana faktör, sporun aşıladığı terbiye metodudur kesinlikle. Aynı zaman da bu savunma sporunu bir kavga aracına dönüştürmek değil, tam aksine kültürfizik hareketinde değerlendirmektir gayretimiz. Lakin iş başa düşünce de, kimsenin elinin armut toplaması beklenemez herhalde.

Karşılıklı düello başlıyor nihayet.

Tiyatrocu: -Yav sen ne nobran adamsın ki üzerimize süpürüyorsun tozu toprağı?!.
Kıraathaneci: -Nobranın şahı sensin esas. Sabah sabah asabımı bozma benim! 
Tiyatrocu: -İnsanca çay istedik ama senden!..
Kıraathaneci: -Çay saati mi şimdi? Görmüyor musun ne iş yaptığımızı?!.
Tiyatrocu: Şunu adam gibi izah edebilirdin?!.
Kıraathaneci: -Adamlığı senden öğrenecek halim yok, var git işine!..
Tiyatrocu: -Öğrenirsen de fena olmaz yani!..
Kıraathaneci: - Saçı uzun aklı kısalar mı öğretecek bana adamlığı?!.
Müfettiş: Terbiyesizlik yapıp durma, yeter gayri!!!
Kıraathaneci: O sizin vasfınızdır, fazlaca da dırlamayın karşımda!..

Artık kavga kaçınılmaz boyutta ilerliyor yörüngesinde. Süpürgeyi köşeye fırlatarak zula bölmeye yürüyen azgın suratlı adamın niyetiyse belli açıktan. Acaba silaha mı sarılacak veyahut ta satır bıçak türünden bir şeyler mi getirecek derken; Tiyatrocu Mehmet Bilgin ile parti müfettişi ceketleri çıkartıyorlar çabucak... Biz de gard pozisyonuna geçiyoruz çoktan. Tiyatrocunun cesaretini bilmekle beraber, biraz da bize güvendiğini sezinler gibiyiz nitekim.

  Kendimizi iç duvarın köşesine ivedi bir konsantrasyonla ayarlamaktayız. Şayet karşıdaki kesici ve delici bir aletle saldırırsa, kontra atakla blok yapıp elinden alacağız, ya da uğraşacağız delikanlıca. 

Zula kısmından kalabalık sesler duyulmaya başlamıştı ve bir anda gözleri mahmur üç kişi belirivermişti ekstradan. İkisinde beyzbol sopası ve diğerinde döner bıçağı… En arkadaysa bizimle fitili ateşleyen suratsız adam…

 Onun da elinde askeri palaskayı andıran kaşı demirli bir şeyler var görünen. Şöyle alıcı gözle saniyelik süzdüğümüz vakit, çehrelerinde “Çinçin Bağları”nın yalbırdak berduşluğunu ve acımasızlığını hissetmekteyiz rahatlıkla. Kısa bir restleşme ve bakışma faslından sonra alet ve edevatlar tam havaya kalkacağı sırada, dışarıdan orta boylu tıknazca bir kişi otoriter tavırla bağırmaktadır: “Duruuun!..”

Ve aynı keskince vurguyu tekrarlamakta: “Durun bakalım!..” 

Bizim kanat fazla kaale almasa da, onların mahiyetinde emir niteliğini taşıyordu bu gür ses. Eli belindeki otoriter şahıs üst perdeden soruyor: “Kimsiniz kardeşim siz?! Necisiniz, nerelisiniz?!” 

Tiyatrocunun muhtemelen; “Sana ne kimliğimizden!” mukabil çıkışını önlemek niyetiyle, gayrı ihtiyarî;  “Kahramanmaraş’lıyız” diyorum.

Söz konusu kişi, tesadüf noktasından hareketle; “Eh, ben de şimdi canım kadar sevdiğim bir Maraşlı arkadaşımı uğurladım. Bilmem tanır mısınız, Doğan Bozkurt isminde biri?” diyor.

Tanımamak mümkün mü Doğan dayıyı? Memleketimizin medarı iftiharıdır o, garnitüründen cevaplıyorum. 

 Kendince tavır ve davranışlarımızı gizli bir nazarla ölçümleyen adam; “dağılın!” komutunu veriyor ötekilere. Bizim de ısrarla oturmamızı sağladıktan kelli ilaveten; “Kıraathanenin kendisine ait olduğunu ve aynı hizada iki işletmesinin daha bulunduğunu…” beyanla; “Dünyanın çivisinin burada koptuğunu ve de nice değişik insanlarla karşılaştıklarını… İşlerin bir bakıma böyle yürüdüğünü ve elemanlarının aşırı derecede strese girdiklerini…” izaha çalışıyor. 

 Ismarladığı salebi yarı öfkeyle ve üstünkörü içerken; “Elemanlarımdan ziyade, Doğan Bozkurt’un hatırına sizlerden çok özür diliyorum.” ifadesini kullanıyordu. Yıl -1983

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
A.Süreyya Durna Arşivi