Adamlar ve Davalar

Bugün olduğu gibi çocukluğum ve ilk gençlik yıllarımda kendimce bir davam vardı ve o davaya gönül veren adamlar tanıdım. O zamanlar 'Üstat' diye bildiğim Necip Fazıl Kısakürek'in nasıl bir gençlik istediği dizeleri heyecanla okur,  "Kim var diye sorulduğunda, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert 'ben varım' diyen bir gençlik” olduğunu anlardım. Bir daha anlardım, bir daha anlardım. Her seferinde yeniden anlar, yeniden inanırdım.

Buna o kadar inanmış ve bunun o kadar gerekli olduğuna iman etmiştim ki, bunu bir ‘hayat felsefesi’ olarak bilerek hayatımda da uygulamaya çalıştım.

Belki de sırf bu yüzden her 'kim var' diye sorulduğunda, (adımı söyleme gereği bile duymadan) 'ben varım' diye atıldım, halen de atılırım. Yeter ki o sesi duyayım. Benim gibi inanan, benim gibi her çağrıda ortaya atılan çok sayıda dostum da oldu, iyi biliyordum.

“Ben varım” derken, hiçbir beklentimiz yoktu. Hiçbir zaman çıkarımızı düşünmedik. Hiçbir zaman ‘bize ne kalacak’ veya ‘bize ne verecekler’ ya da bize bir makam verecekler mi diye kaygımız, beklentimiz ve özellikle de talebimiz olmadı.

Çünkü inanıyorduk ki, “Kim var?” diye sorulduğunda, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert “Ben varım” diyebilmek, bir davanın olmazsa olmazıydı.

Ta ki, 'siyasetle' bir şekilde tanışana kadar.

O zaman anladım ki, soru 'kim var?' diye sorulmuyordu.

Soru o şekilde sorulmayınca, cevap da o şekilde olmuyordu.

Soru o şekilde sorulmayınca, soruyu bizim duymamız da mümkün olmuyordu.

Soru farklı sorulunca, tıpkı bir parola gibi algılanmıyor, şifre yerine oturmuyor, yürekler açılmıyordu.

Soru farklı soruluyordu?

Farklı sorulan soruyu da biz duymuyorduk, duymak istemiyorduk belki de. Çoğunlukla duyduğumuz sesle, inandığımız dava uyuşmuyor, örtüşmüyor, bir araya gelmesi mümkün görünmüyordu, ama oluyordu. Bu yüzdendir ki, gemi su almaya başlayınca ilk önce fareler kaçışıyordu.

Oysa soru “kim var” diye sorulsaydı, bizim gibi hiçbir beklentisi olmayanlar en gür sesiyle “ben varım” diye ortaya çıkacaktı.

İnandığın davalarda “Kim var” sorusuna verilen 'ben varım' cevabı, herhangi bir kimlikten muaftır. “Kim” ve “ben/sen/o/bu/şu/diğeri”.

Her işe koşan, her sıkıntıyı çözen, her soruna çare olan, her cevabı veren, her yükün altına giren, her badireyi atlatan…

Hiç değilse elinden geldiği kadarını yapan ya da elinden gelenden de fazlasına çabalayan…

Bütün bunları “ben varım” derken, adını söylemediği anda, kimliğini ortaya koymadığı zamanda beklentiden uzak olduğunu gösteriyordu.

Makam, mevki, şan, şöhret istenmiyordu.

Bir dava vardı, o zaman dava adamı orada olmalıydı.

Bir dert vardı, o zaman çare olunmalıydı.

Bir sorun vardı, o zaman çözmek gerekirdi.

Bir sıkıntı vardı, o zaman gidermek gerekirdi.

Bir fakir vardı, o zaman el uzatmak lazım gelirdi.

Bir düşkün vardı, o zaman kaldırmak gerekirdi.

Akan bir gözyaşını silmek, umutsuzlara umut olmak gerekirdi.

Dedim ya,  çocukluğumda ve ilk gençlik yıllarımdaydı bu düşüncem...

Halen aynı düşüncede, halen aynı inançta, halen aynı beklentideyim.

Halen o sesi bekliyorum.

Gün gelecek, 'Kim var' diye sorulacak ve ben de tereddütsüz, amasız,  çıkarsız, beklentisiz 'ben varım' diyen kalabalıklardan sadece birisi olacağımı düşünüyorum.

Halen bekliyorum.

Son nefesime kadar da bekleyeceğim.

Ömrümde o sesi, gerçek manasıyla, gerçek sorusuyla sadece bir kez duydum, 15 Temmuz 2016'da...

Fetö’nün hain darbe girişiminde…

O sesi duyduğum anda,

Hiç tereddütsüz,

Cebimde beş para yokken,

Sırtımı bir yere dayamamışken,

Elimde silah yokken,

Hiçbir güce sahip değilken,

Hiçbir unvan veya makamla anılmıyorken,

Bir tek ben ve bir tek yüreğimle birlikte yaya olarak Atatürk Havalimanına koştum...

O sesi sadece bir kez duydum ve anında o sese cevap verdim, milyonlarca cevap verenler gibi; “Ben varım” dedim, “ben de varım” diyenlerle birlikte.

Haksızlık karşısında dimdik ayaktaydık, demokrasiye sahip çıkıyor, milli iradeyi ayaklar altına aldırmıyor, hakkımızı postalların altında ezdirmiyorduk.

Karınca misaliydi bizim çabamız ama gecenin sonunda galip gelen karıncalardan sadece biriydik…

Dedim ya,  siyasetle bir şekilde tanışana kadar bu çağrıya ve bu çağrıya verilecek en gür cevabı çok iyi biliyordum...

Siyasetle bir şekilde tanıştığımda gördüm ki o soru sorulmuyor ya da o soru, o şekilde sorulmuyordu.

İsim söyleniyordu, aşiretten bahsediliyordu, parasının miktarına bakılıyordu, babasının, annesinin, evladının, dedesinin, ninesinin gücüne, cebine, cüzdanına, banka hesabına, yatırımlarına, götürebildiklerine, götürüp, geri getirmediklerine. O kadar alakasız konulara bakılıyordu ki, bizim o sesi duymamız, duyduğumuz o sese cevap vermemiz mümkün değildi.

Eğer “Ben varım” diyeceksem, sorunun da “Kim var” diye sorulması lazım, o sorunun içinde birilerini adının geçmiyor olması lazım…

Özetlersem, ‘bir davası olmalı adamın, bir de adam gibi adamları olmalı davaların.’

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi