Hacı Ali Özturan
VE ÇELTİKÇİ SEYDİHAN AĞA
Güzlerden bir güz, günlerden bir gün, mahallemizin çeltik ağalarından Seydihan Ağa’nın (Sututan) bakkalımız Ahmet Duran’la sayfa yırtma olayına tanık olmuştum da bir daha unutamamıştım bu anımı. Arada bir pusların arasından çıkarır, siler parlatır, bir çiçek demeti gibi sunardım bir yakınıma. Bugünkü gibi anımsıyorum… Ahmet Duran’ın bakkal dükkânında oturuyordum… Uzun kollu, biraz da kalın gömlekler giymeye başlamıştık.
Yağdı yağacak bir hava vardı. Ethem Emmi’nin bakkal dükkânının önündeki çınarlar; bebeklerine bakan anneler gibi bahardan beri sevgiyle büyütüp besledikleri yapraklarını artık yuvadan uçurmaları gerektiği kanısına varıp birer ikişer aşağılara bırakmaya; hafif esen rüzgâr da onları bizim hızarın önüne, oradan da Acemli’ye doğru sürüklemeye başlamıştı. Bu hafta olmazsa önümüzdeki hafta her yeri, herkesi ıslatan bir yağmur yağacak; insanlar baharda birinci, ikinci, üçüncü cemreyi saydıkları gibi bu güz yağmurlarını izleyecekler, hava giderek soğuyacak, biz de kışlıklarımızı giymiş olacaktık. Kıvır kıvır saçları kasketinden taşan, hafiften çıkan göbeği ve sert görünüşlü yüzüyle Seydihan Ağa geldi dükkâna. Kasketinde birkaç tane çeltik kabuğu vardı. Uyarmamız ya da elimizle almamız ayıp olur diye çeltik kabuğu konusunda kendisine bir şey demedik, görmezlikten geldik. “Selamünaleyküm!” “Aleykümselam! Hoş geldin Seydihan Ağa. Bitti mi çeltik işi? “Bitti Ahmet Duran!” “Allah tekrarını nasip eylesin! Yaramaz bir şey yok inşallah!” “Oy, Ahmet Duran oy; yaramaz bir şey olmadı. Dolu molu yağmadı şükür.
Hamdolsun, bir şeyler kazandık. Yorulduğumuza; sıcaklarla, sivrisineklerle boğuştuğumuza değdi!” Sonra ilave etti: “Şu fakir fukaranın veresiye yazdırıp da ödeyemediği batkın defterini çıkar bakalım!” Ahmet Duran, Tinton Ahmet’in bile zor taşıyacağı(!), siyah, kalın bir defteri aldı, düz bir yere koydu. “Ahmet Duran, ben görmeyeyim, kimin hesabını ödediğimi bilmeyeyim, kalbimize kibir gelmesin, oradan on yaprak yırt bakalım!” Ahmet Duran kalın defterden rastgele bir yer açtı, parmaklarını diliyle ıslatarak on yaprak sayıp sayıp yırttı. “Yeter mi Seydihan Ağa?” diye sordu, o da “Cem et bakalım!” dedi. Ahmet Duran, bitişikteki Dostlar Çayhanesi’nden kekik çayı söyledikten sonra Seydihan Ağa’ya bir iskemle verdi, kendisi de bana birkaç gün gibi gelen tam yirmi iki dakika boyunca (belki de yarım saatti) yırtık sayfalardaki batkın alacaklarını alt alta topladı. Sonra Seydihan Ağa’ya dönerek:
“Bu on yaprakta tam beş bin dört yüz elli iki lira var,” dedi. Seydihan Ağa elini şalvarının cebine attı, kocaman bir tomar para çıkartıp beş bin dört yüz elli iki lira saydı, Ahmet Duran’a verdi. Ahmet Duran, “Allah kabul eylesin Seydihan Ağa!” dedikten sonra defterden kopardığı on yaprağı yırtarak un ufak etti, gaz tenekesinden yapılma çöp kovasına attı. Seydihan Ağa da, “Ahmet Duran, o fakirlerin kim olduklarını bilmiyorum. Onlar da beni bilmesin. Dua etsinler yeter. Oy, Ahmet Duran oy! Allah vermesin, fakirlik zor…” dedi.
Yarın bir gün o fakirler, uzaktan toz rengi bir dumanın içerisinden çıkıp, lime lime giysileri ile gelecekler, Ahmet Duran onlara borçlarının silindiğini söyleyecek, onların sevinçle gözlerinin içi gülecek, fakirliklerine içten içe dertlenirlerken böyle hayır sahiplerinin hâlâ bulunuşuna sevinecekler, toz rengi bir merakla, ‘Borcumuzu kim ödedi?’ diyecekler, Ahmet Duran da, ‘Yahu sen ne yapacaksın, biri ödedi işte,’ diyecek; fakirler de hayır sahibine bin bir dua ederek, dökülen üstleriyle, koltuklarının altına sıkıştırdıkları ikişer üçer somunla, geldikleri gibi ağır ağır, toprak damlı evlerine doğru yola çıkacaklar, biraz uzaklaştıktan sonra dökülen üstleri şeffaflaşacak, içinden çıkarak geldikleri toz rengi dumanların arasında görünmez olacaklardı. Seydihan Ağa çayını içip çıkarken: “Ahmet Duran, olur ya, bir fakirin acil ihtiyacı olursa haberim olsun. Hasta olur, ameliyat ihtiyacı olur, falan!” dedi. “Peki Ağam.” Seydihan Ağa kasketini biraz öne, biraz da yana doğru eğmiş bir halde Batıpark’a doğru yürümeye başladı.
Uzaklaştıkça büyüdü. Masallardaki devler gibi oldu. İkindi gölgesi gibi, büyüdükçe büyüdü. Biraz öne, biraz da yana eğdirdiği kasketi, dev gibi ulu çınarların alt dallarına değecek gibi oldu. Ulu çınarların altından geçerken şapkasının dallara takılacağını, başından yere düşeceğini sandım ama o yürüdükçe dallar yana açılıyor veya yükseliyor, Seydihan Ağa’nın kasketinin başından düşmemesi için adeta gayret gösteriyorlardı. Çınarlara tünemiş serçeler cıvıldaşıp havalanıyorlar, Seydihan Ağa’nın şapkasındaki o birkaç çeltik kabuğunu temizlemek ister gibi başının etrafında uçuşuyorlar, kanatlarıyla hafif hafif sürtünerek kabukları düşürmeye çalışıyorlardı. Bütün bunları benden başka gören olmadı. (mı?) Acaba ben görmüş müydüm? Kuşların ve çınar dallarının saygı gösterisi gerçekten de olmuş muydu? Yoksa bana mı öyle gelmişti?
Bu kadar yıldan sonra usuma düşen o puslu anılar bu şekilde miydi? Dalgın dalgın olayı izlerken Ahmet Duran’ın sesi beni dürter gibi ayılttı: “Hacı,” dedi, (mahalleli, hısım akraba ön adımla konuşurlardı, hep Hacı derlerdi bana) “Seydihan Ağa’nın verdiği şu para az değil. Her babayiğit çıkarıp vermez bu parayı. Allah bunlardan razı olsun. Mahallemizde böyle birkaç ağa daha var. Çekmeli Hasan Ağa, Hanifi Ağa, Kürt Mahmut… Her sene bu zaman gelirler her biri beş on yaprak yırttırıp parasını öderler. Kimin parasını ödediğini bilmezler bile. İnsanlık bu işte…”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.